Altınoluk Dergisi, 2012 – Temmuz, Sayı: 317, Sayfa: 006
Türkçemizde zaman zaman “Allah adamları” diye ifade edegeldiğimiz “Ricâlullâh” tâifesi, hâllerindeki güzellik, yüzlerindeki nûrâniyet, sözlerindeki hikmet, davranışlarındaki firâset, basiret ve olgunluk nişanesiyle, mü’minlerin gönüllerinde “Allah’ın has kulları” zannını doğuran, müstesnâ kullardır. Bu zâtlar: – Söz ve davranışlarında nefislerini aradan çıkarıp hiçliğe bürünmüş, – Allah’a verdikleri “Rabbimiz Sen’sin” sözüne sâdık kalmış, – Kendilerini ve varlıklarını Hakk’a adamış,
–
Hülâsa inanç, düşünce, duygu ve davranış planında “Biz Allah’a aidiz ve sonuçta da yalnız O’na döneceğiz” idrakiyle, kalben Hakk’ın huzurunda yaşayan kimselerdir.
Kur’ân-ı Kerim böylelerinden “gerçek erler”, “adam gibi adamlar” anlamında “ricâl” diye bahseder ve onların en temel özelliklerine şöyle dikkat çeker:
“(Öyle) adamlar (vardır ki) onları ne bir ticâret, ne bir alış veriş Allâh’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin (dehşetle) döneceği günden korkarlar” (Nûr Sûresi, 37) “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiş (ve bu uğurda canını bile vermiş)tir. Bir kısmı da (bu gayeye vuslatı) beklemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb Sûresi, 23) Rabbimizin methettiği “Ricâlullâh kafilesi”ne katılmak, hiç şüphesiz her mü’minin en yüce hedeflerinden biri olmalıdır. Ancak bu hedefe ulaşmak, öyle kolay bir şey midir? Nasıl bir gayret ister? Sa’y ü gayret yeterli midir? Bunun genel-geçer bir kaidesi ya da yolu var mıdır? Yoksa bu talih kuşu, rastgele birilerinin başına konuveren bir sırr-ı kader midir? Bu ve benzeri soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak şunu hemen ifade edelim ki, her işini bir hikmet, mîzân (ölçü) ve nizam üzere yapan Yüce Rabbimiz, bu Allah adamı olma yolculuğunu da bir nizam ve hikmete bağlamıştır. Diğer bir ifadeyle bunun da bir “sünnetullâh”ı1 (genel geçer bir kanunu) vardır. Ancak unutmamalıdır ki, “Dilediğini dilediği şekilde yapan” Allah, harikulade olarak, zaman zaman kudretinin sınırsız oluşunu da kullarına sıra dışı bir şekilde gösterebilir. Esasen bu tecelliler de O’nun kudretine işâret eden bir “sünnetullah” çeşididir. Mahiyetinde yakıcılık bulunan ateşin, İbrahim -aleyhisselâm-ı yakmaması gibi. “Ricalullah” kafilesine katılmanın da bu çerçevede genel geçer bir sünnetullahı elbette vardır. Fakat Rabbimizin lütfunu, bizim anladığımız sınırlar içine hapsetmek de haddini bilmemek olur. İşte bu ince edeb sınırını hiçbir zaman unutmadan, “Allah adamı olma yolculuğu”nun temel esaslarını, Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin hayatında tespite çalışacağız. Rabbimiz muinimiz olur, inşallah! Allah adamı olma yolculuğunun yol haritası âyet-i kerimede şöyle beyan edilir: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri (gayretini bu uğurda sarfedenleri) mutlaka ve mutlaka (bizim rızamıza ve bize ulaşan) yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphesiz Allah, (yaptığını en güzel yapan ve Rabbi görürcesine kulluğunu sürdüren) ihsan sahipleri ile daima beraberdir”. (Ankebût Sûresi, 69) Âyet-i kerimeden anlaşılacağı üzere bu yolculuk iki ana bölümden oluşmaktadır: Sülûk2 ve cezbe.3 Diğer bir ifadeyle: Mücâhede ve hidâyet-i hâssa (Rabbimizin husûsî rehberliği ve tevfîkı). Bir diğer özel şart ise bu yolculuk esnasında sürekli “ihsan kıvamı”nı4 koruyabilmektir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretlerinin yaşadığı yolculuğun ikinci bölümünün keyfiyetini izah etme durumunda değiliz. O bölüm sırr-ı ilâhîdir. Onu ancak yaşayan bilebilir ve hatta o bile bilemeyebilir. Biz bu yolculuğun ilk bölümü olan “mücâhede” yönüne yoğunlaşacak ve oradan da görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz kadarı ile bazı teşhis ve tespitlerde bulunmaya gayret edeceğiz. 1. Hak yolculuğuna samimi ve ciddi bir arzu ve iştiyak ile başlamışlardır. Zaten bir kimsenin içinde istek, arzu ve iştiyak doğmadan manevî yolculuk gerçek anlamda başlamaz. Mûsâ Efendi bu durumunu şöyle anlatır: “1956 senesinde ailecek Malatya’ya bir seyahate gittik. Bu seyahat 15 gün sürdü. Kendi aramızda devamlı Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar’ını okuyoruz. Tasavvufa alâkamız artıyor. 1950 yılındaki ilk buluşmamızdan sonra, ara ara yaptığımız ziyaretlerle de, zaten Üstazımız Sami Efendiye olan muhabbetimiz de dayanılmaz bir derecede büyümüştü. Seyahattan döndük, benim içim yanıyor. Üstazımı ziyaret etmek, ders almak istiyorum.” İşte gönlün bu şekilde arzu ve iştiyakla yanması önemli bir adım. Parlak bir geleceğin ilk işaretleri işte bu çeşit bir irâde ile kendini göstermektedir. Mevlânâ -kuddise sirruh-, böyle bir istek doğmamışsa, Yüce Mevlâ’dan bunu vermesi için tazarru ve niyazda bulunulmasını tavsiye eder. 2. Gerçek anlamda irşâd selâhiyetine sahip bir Allah adamının elinden tutmuş, ona gönül vermiş ve tam bir teslimiyetle hizmete girmişlerdir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, Sâmi Efendi gibi ümmetin hüsn-i zannına mazhar olmuş bir Hak dostunun gözüne ve gönlüne girmeyi başarmıştır. O, bu nimetin farkındadır ve bir ömür boyu, böyle bir zatla beraberliğin şükrünü îfâ etmeye çalışmıştır. Kendileri bu hâli şöyle anlatır: “Büyüklerin teveccühü de bir başka oluyor. Mürşidime intisap ettikten sonra dünyaya bakışım ve görüşüm değişti. Eski sevdiklerimi sevemez hâle geldim. Her gün beraber yiyip içtiğim arkadaşlar vardı; bir anda silindi. Ne onlar fakiri aradı, ne de ben onları aradım. Mânevî tasarruf da başka bir şey. Cenâb-ı Hakk’ın has kulları, yine O’nun izniyle bir nazarla, isterlerse, karşıdakinin de kabiliyeti varsa, vakti saatinde ise bir anda işini bitiriverirler. Bir anda. Muhterem Üstâzım Mahmûd Sâmi -kuddise sirruh-’un huzur-i âlilerine girdiğimizde, tasavvufa dair hiçbir malûmatım yoktu. Bize evrad verecekler, yapacağız, o kadar. Mânevî değişiklik gibi şeylerden haberimiz yoktu. Zâhirî bir ders gibi telâkki ediyorduk. Kalbe kuvvetli bir aşk aşısı vuruluyor. Sâlik hakikaten zeki, anlayışlı ise onun kıymetini biliyor, o hâlini muhafaza ediyor. Biraz noksanlığı olan ise, istifâde etse bile o kadar alamıyor.”5 3. Hedefi doğru belirlemiş, doğru bir yola girmiş ve yolun erdiriciliğine tam inanmıştır. Buyururlar ki:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’a vâsıl oldu mu, her şeye vâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamadı mı, dünya kadar şöhreti olsun, bütün dünya alkışlasın hiç kıymeti yok. Bu yola giren sâlik, ihlâs, sebat ve gayreti sayesinde büyük veliler derecesine çıkabileceğini kati olarak bilmelidir. Çünkü yolumuz büyük veliler yoludur. Büyük veliler yolu olduğuna göre biz de kendimizi ona göre hazırlayacağız. Bahâüddin Nakşibend Hazretleri, Abdülkadir Geylanî, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu gibi velilerini madem Cenâb-ı Hak muvaffak eylemiş, bizler de onların yolunda olduğumuza göre âdaba ihlâsla riayet edersek, o güzel lütuflardan bizlere de birer nebze nasip eder inşallah. Biz madem onları seviyoruz, onların yolundayız; gayret edildi mi Cenâb-ı Hak aynı neşeyi bize de verir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın hazinesi geniş. Bu işi ciddi olarak, seve seve yapalım ki terakkî edelim”6.
4. Kur’ân-ı Kerim ahkâmına ve Allah Resûlünün sünnetine harfiyyen uymaya gayret etmişlerdir. İtikad, ibâdet, ahlâk ve muamelatta şer-i şerifin esaslarını büyük bir titizlikle yerine getirmeye çalışmışlardır. Mûsâ Efendinin bu konuda bakışı çok nettir. Şöyle buyururlar: “Emrin büyüğü küçüğü olmaz; emredenin büyüğü küçüğü olur. Madem ki Rabbimizin ve O’nun sevgili Habibinin emridir, o zaman hiçbir emri küçük görmeyip, hepsini büyük kabul etmelidir. Şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz, selâmet ve saâdetimiz; her hâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda her türlü hal ve hareketlerimizde Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretlerine tam olarak uymak, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünnet-i Muhammediyesi’nden kat’iyyen ayrılmamaya çalışmakla mümkündür.”7 5. Farz, nâfile ve hizmetlerle kurbiyyete devam ederken, hiçbir şekilde Allah’ı unutmamayı ve gönlü daima Rabbe tahsis etmeyi şiar edinmişlerdir. Mûsâ Efendi -kuddise siruh-’un en çok üzerinde durduğu konulardan biri de evrâd ü ezkâr ve dâimî zikir ve murakabe hâlini muhafaza etmektir. Zira ahlâkın kemâle ermesi, gönlün dirilmesi ve itmi’nân bulması ve nihâyet Hakk’ın vuslatına erilmesi ancak bu yolla mümkün olabilecektir. Şöyle buyururdu: “Zikrullâha vâsıl olan her şeye kavuşmuştur. Zikrullâhtan mahrum olan da her şeyi kaybetmiştir. Zikrullâh kalbin nuru, ruhun huzuru, gönlün cilâsı, aklın ölçüsüdür. Zikre devam edenin kalbi mâmur, fiil ve ahlâkı güzel, ruhu sevinçli olur. Bir kalbe aşk-ı ilâhî girerse, o gönülde Allah zikrinden başka hiç bir şey kalmaz, hepsi yok olur. Evvelce geçirilen büyük mecâzî aşklar bile. Kalbi zikirle meşgul etmeli, zikirle uyandırmaya, çalıştırmaya gayret etmelidir.” 6. Allah’ın mahlûkatına hizmet etmeyi şiar edinmişlerdir. Allah dostluğu, merhameti büyütme ve gönlü genişletmeyi zaruri kılar. Bu yönüyle hizmet, tam bir eğitim vasıtasıdır. Rabbin rahmetini celbetmek ve bu sayede nefsi tezkiyeye muvaffak olmaktır. Muhterem Üstaz bu konuda da şöyle der:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar severse, insanlara karşı şefkati o kadar artar. Çünkü yaratılanların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkudur. Kendini aradan çıkarır, mahlûkata karşı hâdim (hizmetçi) yapar. Bir kimsenin cemiyete ve İslâmiyete hizmeti ne kadarsa, Cenâb-ı Hak katında mertebesi o kadar yücedir. Hakikaten bunlar mühim hasletlerdendir ve ibâdetlerdendir. Oturup sadece tespih çekmekle mes’uliyetimiz bitmiyor. Hem o ibâdetleri yapacağız, hem bu ibâdetleri yürüteceğiz. İnsan zaman gelecek inzivaya çekilecek, hakkıyla ibâdet edecek, zaman gelecek iş görecek. Bizim yolumuz âtıl-bâtıl bir kenara çekilme yolu değildir. Bilakis ashab-ı kiram hazarâtının yoludur. Ashab-ı kiram yemedi, içmedi, gazaya giderken gezmeye gider gibi seve seve gittiler. Bilâistisnâ hepsi mallarını Allah ve Resulü yoluna serdiler. Bizim yolumuz onların yoludur. Gece gündüz hep hizmet yoludur. Biz de seve seve hem evrâdımızı yürütürüz, hem sohbetlerimizi yaparız, hem de cemiyete hizmet hususunda elimizden gelen gayreti gösteririz inşaallah.”8
İşte sayılan bu adımların hepsinde samimiyet, gayret ve tam bir mücâhede ile ilâhî cezbeye hazır hâle gelen kula, Cenâb-ı Hakk’ın husûsî bir hidâyeti (tevfîkı) erişir ki, yolculuğun bu boyutuna ehl-i irfân, “cezbe ile seyr” adını verir. Bu cezbenin neticesinde ise kul ilâhî ahlâk ile ahlaklanır. Artık onun bakışı, duyuşu ve düşünüşü, Allah iledir, Allah’a doğrudur, Allah adına ve Allah içindir. İşte “Allah adamı olmak” böyle bir kıvama erişmektir. Hüsn-i zannımız odur ki, Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- böyle bir nimete mazhar olmuş ve ricâlullah kervanına katılmış bir güzel kuldur. Böyle bir kulun güzelliği, letafeti, nezâketi ve zarâfeti tarife sığmaz. Gönlünün derinliklerinde yaşadığı kulluğun lezzeti ise ancak onunla Rabbi arasında bir sırdır. Hulâsa Allah adamlarının iç ve dış portrelerini bütün derinlikleriyle çizmek, imkansızdır. Kudsi hadis olarak nakledilegelen bir rivayette ifade edildiği gibi: “Onların hakikatini Allah’tan başkası bilip tanıyamaz.” Yani Allah adamlarının görünen yüzü, buzdağının görünen kısmı gibidir. Derinliklerine nüfuz etmek zordur ve belki imkansızdır. Dipnotlar: 1) Sünnetullâh: Allah’u Teâlâ’nın kâinâta ve hadisâta koyduğu kanunlardır. 2) Sülûk: Hakk’a vuslat adına bir disiplinin içine girip yolculuğa başlamak ve bu yolculuğu sonuna kadar sebatla sürdürme gayretinde olmak demektir. 3) Cezbe: Allah Teâlâ’nın, kulunu hususi bir hidâyetle mukarrebîn zümresinin içine almasıdır. Sûfîlerin ifadesiyle vuslatına eriştirmesidir. Fenâ fillâh ve bekâbillah hâllerini lütfetmesidir. 4) İhsan: Allah’ı görüyormuşçasına bir kulluk şuurunu gönülde daima taze tutmak ve yaptığının hakkını verip en güzeli ortay koyma azmidir. 5) Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 44-45, 58-59. 6) Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 46; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 24, 65, 98; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 36; Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 55. 7) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 135. 8) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 38, 40, 67-68; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 97.