Altınoluk Dergisi, 2012 – Eylül, Sayı: 319, Sayfa: 006
İnsan, ünsiyet ve ülfet edebilme özelliği sayesinde, bulunduğu mekâna, sosyal çevreye, mânevî iklime, kolayca uyum sağlayabilen, onunla bütünleşen ve hatta aynîleşen bir varlıktır. Bu yönüyle beraberlik çerçevesi, kelimenin tam anlamıyla her bir insan için hayatî bir konudur. Büyük müfessir Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’ın, insanın hayat kalitesi ile çevresi (muhiti) arasındaki ilişkiye dikkat çeken şu ifâdeleri, kişilik terbiyesi bakımından “beraberlik sırrı”nın ne büyük bir hakikat olduğunu vurgular mahiyettedir: “Hayat, muhite mutabakat diye değerlendirildiğine göre, en yüksek hayat, en yüksek muhite mutabakat demek olur. En yüksek muhit ise, Allah’tır.”1 Öyleyse en yüksek hayat kalitesi, Allah ile beraberlik şuuru içinde yaşanan bir hayat seviyesidir. Beraberliğin çok sayıda boyutundan bahsetmek mümkündür. Biz bu yazıda kafa, kalp ve kalıp beraberliğinin sonuçları itibariyle bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz. Şunu hemen ifade edelim ki, beraberliğin hangi çeşidi olursa olsun, biri diğerinden tamamen bağımsız işleyen bir durum söz konusu değildir. Yani bedenin beraberlik çerçevesi, zihin ve kalp dünyasını etkilediği gibi, zihin ve kalp âleminin kendi içinde yaşadığı beraberlikler de beden yapımızı etkileyebilmektedir. Yani bu beraberlikler arasında, tam bir alış-veriş vardır. Önce zâhirî bedenimizin beraberlik çerçevesini ele alalım. Bedenimizin bulunduğu coğrafî ve sosyal çevrenin şahsiyetimize etkisi nedir? Büyük İslam sosyoloğu İbn Haldun, coğrafî şartların ve iklimlerin bile insan şahsiyeti üzerindeki etkilerinden uzun uzun bahseder. Sıcak bölge insanları ile soğuk bölge insanlarının şahsiyet ve karakterlerindeki farklılıklara, yine köylerde ve dağlarda yaşayan insanlarla, şehirlerde ve medeniyet merkezlerinde bulunan kimselerin ahlâk ve davranışlarındaki çeşitliliğe ve seviyeye dikkat çeker2. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de, çölde yaşayan bedevîlerin nezâket ve zarafetten uzak tavır ve davranışlarına zaman zaman işaret eder ki, bu durum şahsiyet terbiyesi bakımından medeniyet merkezlerinin önemini ortaya koyar. Kültür ve medeniyet tarihimizde “İstanbul Efendisi” diye bir ifadenin ortaya çıkmasında da büyük medeniyet havzalarının insanın yetişmesine ve kalitesine olan etkisine dikkat çekildiğini açıkça görürüz. Bedenin içinde bulunduğu coğrafi çevrenin etkisi inkâr edilemez ise de esas tesir, içtimai çevrede ortaya çıkar. Zira insan, özellikle kendi hemcinslerinden çabuk etkilenen bir varlıktır. Hatta “hâl sâridir” denilmiştir. Yani güzel ya da çirkin bir kokunun etrafa yayılması gibi, kişiliklerin zemin kültürü olan duygular, düşünceler ve hayatın her seviyede algılanış paradigmaları da sirâyet edicidir. Farkında olunsun ya da olunmasın bu hâller kişiden kişiye akar. Baskın ve enerjik karakterler, diğerlerini etkisi altına alıp kendilerine benzetirler. İşte bu sebepledir ki, mü’minlerin inkârcılarla, zâlimlerle ve yegane hedefi dünya olan eyyamcı güruhuyla lüzumundan fazla beraber oturup kalkmaları hoş görülmemiştir. Yine aynı sebepledir ki, ciddi bir zaruret yoksa mümin insanların küfür diyarında ikâmet etmelerine müsaade edilmemiştir. Özellikle Allah’a kulluk gereklerinin yeterince îfâ edilemediği bölgelerden müminlerin hicret etmeleri istenmiş ve hicret etmeyenlerin cezalandırılacağına dikkat çekilmiştir.
Kalbin “mâsivâ” gafletinden korunmasını en önemli hedeflerinden biri hâline getiren Allah dostları da, gâfillerle bir arada bulunma tehlikesine dikkat çekmiş ve kalbi diri ve uyanık sâlih ve sâdıklarla beraberliği tavsiye etmişlerdir. Nitekim âyet-i kerimede de “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe Sûresi, 119) buyrulmak suretiyle sâdıklarla beraberlik emredilmiştir. Zira sâdık ve sâlihlerle beraberlik, zamanla kişiye salah ve sıdk aşısı yapar. Nitekim uzunca bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre başka bir maksatla da olsa, sâlihler cemiyetinin içinde bulunan kimselerin, onlardan olmasa bile onların safında sayılacağına dikkat çekilmiş ve: “Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturup kalkanlar şakî (ilâhî rahmetten mahrum) olmaz” buyrulmuştur. 3
Yüce Rabbimiz, müminlerin îmanlarını korumak ve şahsiyetlerini daha da geliştirmek için onların kimlerle dostluk kuracağını, kimlerle beraber olmamaları gerektiğini birçok âyet-i kerimede beyan etmiş ve buyurmuştur ki: “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resûlüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Mâide Sûresi, 55) “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidâyet etmez, onlara doğru yolu göstermez.” (Mâide Sûresi, 51) Mevlânâ: “Yattığın yer bile ârif gölgesi olsun” der. Sâlihleri sevmek, onların yanında olmak, onlara refik olmak, kabirde bile sâlihlerin arasında yer bulmak ve nihâyet Rabbin huzuruna onlarla çıkmak, hem Rabbânî, hem nebevî hem de irfânî tavsiyeler cümlesindendir. Evet, bedenin bulunduğu yer, beraber olduğu sosyal çevre bu kadar önemli olmakla birlikte, kişiliğin olgunlaşmasında zihnî ve kalbî beraberlik de en az bunlar kadar büyük önem arzetmektedir. Zira bedeni sürekli müspet ortamlarda bulundurmak, çoğu zaman mümkün olmayacaktır. Diğer taraftan kalp ve kafanın katılmadığı bedenî beraberlikler ve hele inkârcı bir hâlet-i ruhiye içinde bulunuluyorsa, bütün etkileşim kanallarını tıkayabilecektir. Bu bakımdan sıdk u salah tahsilinde, kalp ve kafanın beraberliği, derinlikli bir şahsiyet transferi ve terfii bakımından büyük bir zarurettir. İnsanın hayal, düşünce ve duygu dünyasında yaşananlar, öyle zaman olur ki, hakka’l-yakîn düzeyinde yaşanmış gibi şuur altını etkiler ve kişiliğin şekillenmesinde etkin bir rol oynar. Bu sırrı iyi bilen nice mürşidler, “hayâlî beraberlikleri”, “râbıta” adıyla sistemleştirmiş ve tesirli bir terbiye metodu olarak değerlendirmişlerdir. Zihinde başlayan tefekkür ve murakabe süreçleri, insan özünün Allah ile beraberlik şuurunu daimî bir şekilde canlı tutarak, kulu daha yüksek bir hayat kalitesine eriştirmeyi hedeflemektedir. Öyle bir yüksek kalite ki, sonuçta “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanma” gibi yüce bir şahsiyet kıvamını kula kazandırmakta ve nihâyet onu Allah’a dost kılmaktadır. Her şeyde Hakk’ı müşâhede ede ede, “Evvel O’dur, Âhir O’dur, Zâhir O’dur, Bâtın O’dur ve O her şeyi kuşatmıştır” idrâki ile, bütün muhitinin (çevresinin) Allah ile kuşatıldığı şuurunda olan bir kimsenin hayat kalitesi, hangi hayat kalitesi ile kıyaslanabilir ki? İşte makalenin başında Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’ın kastettiği en yüksek hayat da işte böyle bir hayattır. Bu yüksek insanî kalite burcuna tırmanışta, maddî ve manevî tüm beraberlikleri ciddiye almak, kendimize yapılabilecek, en güzel sığınak, barınak ve basamaktır. Düzeltme: Dergimizin Haziran sayısında yayınlanan “Kur’ân-ı Kerim’de Nimetlerle İmtihan Sahneleri” makalemizin üçüncü paragrafında geçen: “Kehf sûresi’nde şuurlu bir mü’minle, gafil ve fakat varlıklı bir mü’mininÉ” ifadesinde, Allah’a inansa da kıyametin kopacağına ve âhirete inanmayan bir kimseye de “mümin” denilmiş olması, inanç esaslarımıza göre yanlış olacağından bu ifadeyi “Égafil ve âhiret inancı olmayan bir inkârcının” şeklinde değiştirmek daha doğru olacaktır. Dikkatli okuyucumuza bu uyarısından dolayı teşekkür ederim. Dipnotlar: 1) Bkz. Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 5682-5683. 2) Bkz. İbn Haldun, Mukaddime (Çev. Halil Kendir), Ankara-2004, c. I, sh. 116-126. 3) Bkz. Buhârî, Deavât, 67; Müslim, Zikir, 35.