Adem Ergül

Teslimiyet Tahsilinde Hac ve Kurban Mektebi

Altınoluk Dergisi, 2012 – Ekim, Sayı: 320, Sayfa: 006

Dinin hakikati, Allah Teâla’ya ve O’ndan gelene, tam bir teslimiyet göstermektir. Görüleni ve görülemeyeni, dünü, bugünü ve yarını ve hatta her şeyi en iyi şekilde bilen Rabbu’l-âlemîne tam bir şekilde güvenmektir. Îmân, böyle bir güvenin kalbe tam oturması ve bu gerçeğin dille itirafıdır. İslâm da bu güvene dayanan tam bir teslimiyetle, hayatı ilâhî ölçüler içerisinde yaşamaktır. İşte dünya ve âhirette kişiyi kurtuluşa götüren dindarlık, böyle bir teslimiyet temelleri üzerinde yükselen bir şahsiyet kıvamıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde bu ezelî hakikat, sık sık vurgulanır. Meselâ, Yahudiler, kurtuluşun yahudi olmakla, Hristiyanlar da hristiyan olmakla mümkün olacağını iddia etmeleri üzerine şöyle bir âyet nâzil olur: “(Ehl-i kitap:) Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin, de. Bilâkis, kim bütün benliğini Allah’a tam teslim eder ve bir de ihsan duygusu1 içinde daima iyilikler ve güzellikler sergilerse,  işte ancak böyle davranan kimselerin ecri Rabbi katındadır. Artık öyleleri için korkulacak bir durum söz konusu değildir. Onlar üzülmeyeceklerdir de. (Bakara Sûresi, 111-112) Hakk’a teslimiyetin en sağlam ve en emin bir yol olduğu gerçeği de, hemen hemen aynı ifadelerle cihanşümul bir mesaj olarak bir başka âyet-i kerimede şöyle ilan edilir: “Kim bütün benliğini Allah’a tam teslim eder ve bir de ihsan duygusu içinde daima iyilikler ve güzellikler sergilerse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuş olur. Zaten bütün işlerin sonu ancak Allah’a varıp dayanır.” (Lokman Sûresi, 22) Teslîmiyet, Allah tarafından haber verilen konulara ilişkin şüphelerden, emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlâsla bağdaşmayan isteklerden ve ilâhî takdîre ve şer-i şerife itiraz illetinden kurtulmak demektir. Zira teslîmiyet, çekişme ve didişmenin zıddıdır. Kur’an-ı Kerim’de teslîmiyet kavramı, umumiyetle, kişinin kendisini bilerek ve içtenlikle Allah’ın irâdesine teslim etmesi anlamında kullanılmıştır. Buradan hareketle denilebilir ki Müslüman, Hakk’a ve O’ndan gelene tam teslim olan kimsedir. Hakk’a teslim olmak ise mâsivâ esaretinden kurtulmaktır. Kur’an’da tavsif edilen gerçek kulluk da bu olmalıdır. Teslimiyet, razı olunan bir kulluk kalitesi olarak, bütün peygamberlerin dualarında Allah’tan talep ettiği bir kalp ve hayat kıvamı olagelmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok nazara verilen peygamberler, Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil -aleyhimesselâm-’dır. Onlar bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltirken, diğer taraftan da Rablerine şöyle dua ediyorlardı: “Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş müslüman kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet getir.” (Bakara Sûresi, 128) Hz. İbrahim ve İsmail -aleyhimesselâm-’ın hayatlarının her safhasında bu teslimiyet kıvamını ortaya koyan bir örneklik gösterdikleri de Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif vesilelerle sürekli hatırlatılır. Özellikle hac ve kurban münasebetiyle bu konu, temel bir mesele olarak tüm inananlara âdetâ bir tablo gibi sunulur. Denilebilir ki hac ve kurban, bu yönüyle îman ve İslamla şereflenmiş müminler için teslimiyet tahsili adına hususi bir mektep gibidir. Şöyle ki: Haccın şartlarına, rükünlerine ve uygulanışına bu gözle baktığımızda tam bir teslimiyet talimine şahit oluruz. Meselâ Arafat dağında bir müddet durmak (vakfe), zâhiren hikmetini kolay kavrayamayacağımız bir emr-i ilâhîdir. Bu duruş gerçekleşmeden hac ibadeti kabul edilmemektedir. Yine görünürde dört duvardan oluşan “Beytullâh”ın etrafında dönmek (tavaf etmek), böyle bir şeydir. Safa ve Merve adı verilen iki tepecik arasında gidip gelmek (sa’y) böyle bir şeydir. Şeytan taşlama görevini îfâ için belirlenen üç işaretli taşa küçük taşlar atmak, yine böyle bir şeydir. Evet bütün bu ameliyelere, değişik hikmetler yüklesek bile, en büyük sonuçlarından birinin kullara teslimiyet aşılamak olduğunu söyleyebiliriz. “Şurada dur”, “şurada yürü”, “şurada istirahat et”, “şurada dön” ve “şurayı da taşla” emirlerine tam bir teslimiyet gösteren kulda, Hakk’ın hemen her emrine -hikmetini kavrayamasa bile- teslim olmak gerektiği şuuru yüklenir. İşte kulluk da böyle bir şeydir. Kendi aklına ve idrâkine teslimiyet değil, Hakk’a ve O’ndan gelene tam teslim olmaktır. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle:


Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür!
Sana çöl gelen, O göl diyorsa göldür

şuuruna yükselebilmektir. Hakk’ın emirlerinin hikmetini çözmeye çalışma adına tefekkür etmek, elbette büyük bir ibâdettir. Hac da bu yönüyle engin tefekkürlerin yaşanabileceği çok derin bir tefekkürî ibâdettir. Ancak söz konusu olan kulluk kalitesi ise, işte burada kulluğun en bariz vasfı ve en yüksek kıvamı, neden ve niçin sorularını sormadan, şüphe, tereddüt, tembellik, gaflet ve ihmâle düşmeden, emr-i ilâhîye -sadece O emretti ve istedi diye- teslim olmaktan ibarettir. İşte hac ibadeti, kullara bu idrâk ve şuuru fiilî olarak öğreten çok önemli bir terbiyedir. Hac ibadetinin hemen her safhasında, İbrahim -aleyhisselâm-’ın ve ailesinin değişik vesilelerle hatırlatılması da, Hakk’a tam teslim olmuş bir aile modelini nazara vererek, Allah’a teslim olmuş bir ümmet inşası için olsa gerektir. Onlar öyle bir ailedir ki, babasıyla, annesiyle ve evladıyla, mal ve canda Hakk’a adanmışlığın en güzel örnekliğini sergileyebilmişlerdir. Onlar bu güzel kullukları ile de bütün insanlığa kıyamete kadar numûne-i imtisâl gösterilmişlerdir. İşte kurban ibadeti de, gerektiğinde canı bile Allah’a severek takdim etmek gerektiğinin fiilî bir ifâdesidir.


Cânı Cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil2
Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim

diyebilmektir. Hac ve kurban, her ikisi de aynı mevsimde icra edilen Rabbânî mektebin iki ayrı terbiye dersi gibidir. Hatta ilâhî bir kampta uygulanan çok özel iki programdır. Rabbe teslimiyeti, şuurun derinliklerine nüfuz ettiren bir terbiye vasıtasıdır. Bu itibarla gücü yeten her kulun îfâ etmesi gereken ibadetlerdir. Zira bir kulun en büyük davası ve derdi, Rabbin huzuruna O’na tam teslim olmuş bir Müslüman olarak varabilmektir. Zira Rabbimizin kullarından beklediği işte böyle bir sonuçtur. Nitekim O, bu murad-ı ilâhîsini Kur’ân-ı Kerim’de şöyle emir buyurmuştur: “Ey îmân edenler! Allah’a karşı muamelelerinizde saygı, haşyet ve mesuliyetinizi en güzel şekilde îfâ etmek suretiyle tam bir takvâ hayatına sarılın ve Hakk’a teslimiyetinizi gerçekleştirmeden de sakın ha can vermeyin!” (Âl-i İmrân Sûresi, 102) Dipnotlar: 1) İhsân: Allah’a karşı O’nu görüyormuşçasına bir kulluk sergilemektir. Bu kıvama erişelememisse O’nun kendisini sürekli gördüğü idrâkinde olmaktır. 2) Dil: Farça bir kelime olup gönül anlamındadır.