Altınoluk Dergisi, Sayı : 356 – Ekim 2015
Allah’ın daveti ve mesajları karşısında insanların duruşları tarih boyunca farklı farklı olmuştur. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmız, kullarını dünya ve âhiretleri itibariyle sürekli “Dârü’s-selâm”a (huzur ve saadet yurduna) davet etmesine rağmen, nefsinin hevâsını putlaştıran insan, bu davet karşısında çoğu zaman duyarsız, donuk, ilgisiz ve hatta tepkili bir tavrın içine girmiştir. Biz bu yazıda Kur’an âyetleri çerçevesinde konuyu ele alacak ve mü’min bir tavrın ne olması gerektiğini tespit etmeye çalışacağız. Mü’minler olarak, durduğumuz yerin zaman zaman kâfirler ve kimi zaman da münâfıkların safları olmaması için, bu ilâhî uyarıların bir kez daha hatırlanması, îmanlı gönülleri elbette ciddi bir muhasebeye sevkedecektir.
Dünyevî rahat ve zevkini tedirgin edeceği endişesiyle nice kimseler, ilâhî âyetler karşısında duymamayı tercih ederler. Bu tavır, inkârcıların tavrıdır. Âyet-i kerimede onların bu halleri Nûh –aleyhisselâm-’ın dilinden şöyle anlatılır:
“Muhakkak ki ben onlar için mağfiret buyurasın diye kendilerini her ne zaman dâvet etti isem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve libaslarına büründüler ve ısrar ettiler ve böbürleniverdiler.” (Nuh Sûresi 7)
Mekke müşriklerinin Kur’an karşısındaki duruşları da bundan farklı değildi. Onlar da şöyle diyorlardı:
“Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet Sûresi 26)
Kendilerine Allah’ın âyetleri bir uyarı olarak okunduğu zaman ,“şimdi bunun sırası mı?”, “Biz ne konuşuyoruz sen ne diyorsun?” diyerek, ya da beden diliyle yüzünü ekşiterek, göz kaş işâretiyle bu uyarıyı yapanı âdeta alaya alan kimseler, acaba hangi safta durmuş olmaktadırlar?
Kimileri de Allah’ın âyetlerini dinlerler ve fakat gereğini îfâ etmezler. Bu grupta olanlar da çoktur. Rabbimiz bu grubun tipik örneği olarak Yahudilerden bir gruba dikkat çeker:
“Hani, Tûr’u tepenize dikerek sizden söz almıştık, «Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin» demiştik. Onlar da, «Dinledik, isyan ettik» demişlerdi.” (Bakara Sûresi 93)
Müfessirlerimiz bu âyetin izahında demişlerdir ki: Peygamberlerin yüzüne karşı belki “işittik isyan ettik” dememişlerdir. Fakat “işittik” dedikten sonra o mesajın gereğini yerine getirmemiş, amel, davranış ve halleriyle âdetâ “isyan ettik” demişlerdir. Yüce Rabbimiz müminlerin böyle olmamasını istemekte ve kendilerini şöyle uyarmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve (Kur’an’ı) dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri hâlde, «işittik” diyenler gibi de olmayın.
Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl Sûresi, 20-22)
Allâh’ın âyetlerini işittiğini söyleyip de gereğini yerine getirmeme durumu imanla bağdaştırılamayan bir tavır olarak değerlendirilmiştir. Burada çoğu zaman nefsin arzularına karşı Allah’ın tarafını seçememe zaafiyeti söz konusudur. Böyle bir iman sınırı, tehlikeli bir uçurumun kenarında yürümek gibidir. Rabbimiz iman edenlerden daha net bir duruş beklemektedir. Şöyle ki:
“Aralarında hüküm vermek için Allah’a (Kur’an’a) ve Resûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz; ancak, “işittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur Sûresi 51)
İnsanlar arasında diğer bir grup da ilâhî âyetleri dinler, ne denilmek istendiğini anlar ve fakat menfaatine uygun gelmediği için bile bile keyfine göre yorumlar. Yani kendini âyetlere göre düzelteceği yerde, âyetleri nefsi hesabına tahrif ve tevil eder. Rabbimiz bu gruba da Yahudi âlimlerinden misal verir:
“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden bir kısmı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakara Sûresi, 75)
Nefsinin putperesti olmuş bu gibi kimseler, mümin olduklarını söyledikleri halde, böyle bir tavrın içine girebilmektedirler. Tabiri caizse, kendi aklını, daha doğrusu nefsinin hevasını rehber edinip “kitabına uydurarak” bir Müslümanlık yaşamak ister. Böyleleri zamanla kendi yalanlarına kendileri de inanmaya ve hatta bu inançlarını savunmaya başlarlar. Dünya hayatının geçici ve basit bir menfaati uğruna, ebedî hayatlarını cehenneme çeviren bu gibi kimseler de tarih boyunca inananlar arasında sürekli var olagelmiştir.
İlâhî mesajlar karşısında bir grup daha vardır ki, onlar da görüp duydukları halde kör ve sağır rolüne bürünenlerdir. Şu âyetler bu vasıftaki kimseleri anlatır:
“Onlardan sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara, hele akılları da ermiyorsa, sen mi işittireceksin?” (Yunus Sûresi 42)
“Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da teslimiyet göstermiş kimselere duyurabilirsin.” (Neml Sûresi 80-81)
Elbette buradaki körlük ve sağırlık, zahiri körlük ve sağırlık değil, gönüllerin körlüğü ve sağırlığıdır. Bu hakikate de âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac Sûresi, 46)
Yüce Rabbimiz Rahmân’ın has kullarının böyle bir durumda olamayacaklarını şöyle beyan eder:
“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” (Furkan Sûresi 73)
İşte bütün mesele budur: İlâhî âyetler karşısında kör ve sağır olmamak. Çünkü îman etmek demek, ilâhî mesajlara kulak kesilmek ve onları hayat hâline getirmek için tam bir teslimiyetle itaate yönelmektir:
“Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan (boyun eğip itaat eden), kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih edenler inanmış olurlar.” (Secde Sûresi, 15)
Rabbimizin bütün bu hatırlatmalarından sonra, İslâm ümmeti olarak bugün O’nun şu yüce emrini mümin bir gönül, mümin bir göz ve yine mümin bir kulakla bir daha okuyalım:
“Ey İmân edenler! … . İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Mâide Sûresi, 2)
Mümin bir fert, mümin bir cemaat, mümin bir kabile ve mümin bir kavim olduğumuzu söyleye söyleye, bu ilâhî emir karşısında durduğumuz saf, müminlerin safı mıdır? Yoksa kâfirlerin, münafıkların ve yoldan çıkmış ehl-i kitabın safı mıdır?
Yardımlaşmalarımız iyilik ve takvâ mı üretmektedir; yoksa günah ve düşmanlık mı doğurmaktadır?
Hülâsa, çabamız, gayretimiz ve himmetimiz, yeryüzünün imar ve ıslahına mı hizmet etmektedir; yoksa harâbına ve fesâdına mı sebep olmaktadır? Vicdanda iman ışığı hâlâ var ise herkes kendi gönlünden hakikatin sesini duyacaktır. Elbette önyargı duvarları gönül pusulasını fonksiyonsuz hâle getirmemişse.