Adem Ergül

Açık Hava Zindanına Kendini Mahkûm Etmek

Altınoluk Dergisi, 2011 – Kasım, Sayı: 309, Sayfa: 014

el-Hikemü’l-atâiyye’den:

“Kâinât, seni cismaniyetin yönüyle içine almış ve kuşatmış ise de rûhâniyetin itibariyle asla kuşatmış değildir. İdrâk ötesi gayb âlemlerinin meydanları kendisine açılmamış kimseler, hakikatte şu görünen âlemin içinde hapsolmuş mahkûmlardır. Böyleleri kendi beden mülklerinin kalıpları içindea zindanda kalmışlardır.

İbn Atâullah İskenderî -kuddise sirruh-

Şu uçsuz bucaksız kâinâtın büyüklüğü yanında, insanın cismânî yapısının sözü bile edilemez. Zira 10 km. yükseklikte uçan bir uçaktan çıplak gözle yeryüzüne nazar edilince, insanı küçük bir cisim kadar bile görmek mümkün değildir. Kâinât sarayında bir zerre bile denilemeyecek ölçüde bir cirme sahip olan insanın aziz ve mükerrem oluşu, öyleyse ne ile izah edilebilir. Yerde ve gökte hemen her şeyin kendisinin emrine amâde kılındığı bu garip varlığın sırrı nedir? İşte İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- şu hikmetiyle insanın bu yönüne dikkat çekerek buyurur ki:

“Kâinât, seni cismaniyetin yönüyle içine almış ve kuşatmış ise de rûhâniyetin itibariyle asla kuşatmış değildir.”

İnsanın kuşatılamayan ve belki yaratılan hemen her şeyi kuşatan yönü hiç şüphesiz rûhâniyetidir, gönlüdür, manevî cephesidir. Hz. Ali –kerramellahu vechehu-’nun ifadesiyle:

“Ey insan sen kendini küçük bir cisimden ibaret zannediyorsun; hâlbuki bütün âlem sende dürülmüştür”.

İnsanın mânâ/gönül cephesinin genişliğini ifade sadedinde özellikle sûfiler tarafından nakledilegelen ve kudsî bir hadis olarak ifade edilen bir sözde şöyle buyrulmuştur:

(Allah Teâlâ buyurdu ki:) Beni yerim ve göğüm kuşatamadı, fakat mümin kulumun kalbi kuşattı.”1

Hadis olarak nakledilen bu ifade, tasavvufî kaynaklarda çeşitli şekillerde değerlendirilmiş ve buradan hareketle insanın manevî yönünün (kalbinin) genişliği üzerinde durulmuştur. Meselâ Mevlânâ Celâleddin Rûmî –kuddise sirruh- kalbin sınırsızlığını şöyle tasvir etmiştir:

“Gönül öyle bir varlıktır ki, şu yedi kat gök gibi yedi yüz gök orada kaybolur, âdetâ görünmez olur.”2

Bazı sûfîler de kalbin genişliğini ifade için şöyle bir benzetme yapmışlardır: “Arş ve onun kuşattığı her şey, ârifin kalbine bırakılacak olsa ârif onu hissetmez bile. Zira kalp, Arş’ı, Kürsî’yi, aklı, nefsi, mekânlı ve mekansız olan her şeyi kuşatacak derecede geniştir.”3

Kur’ân-ı Kerim’de göğsün genişlemesinden ve daralmasından bahseden âyetler vardır. Bu âyetlerde îmânın ve İslâm’ın gönlü açtığı, inkârın ise göğsü daralttığı şöyle beyan edilir:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi sadrını iyice daraltır” (el-En’âm, 125)

“Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

 Tefekkür ve duygu dünyası, Allah’a ve görülemeyen âlemlere (gayb âlemine) açık olan kimselerle, bu âlemlerin varlığına kapalı olan kimseler elbette hiçbir zaman müsâvi olamazlar. Bu iki grup insanın ufku aynı değildir. İşte İbn Atâullah, bu hakikate de şu sözleriyle işâret eder:

İdrâk ötesi gayb âlemlerinin meydanları kendisine açılmamış kimseler, hakikatte şu görünen âlemin içinde hapsolmuş mahkûmlardır. Böyleleri kendi beden mülklerinin kalıpları içinde zindanda kalmışlardır.”

Âlemi sadece baş gözünün gördüğünden ibâret zanneden kimseler, kendi hakikatlerini örten ve kendini kendi beden kafesinin içine hapseden zavallılardır. Nitekim Yüce Rabbimiz kendi özünü kapatıp örten kimselerin büyük bir kayıp içinde olduklarını şöyle haber vermiştir:

“Andolsun kendi zâtını arındırıp geliştiren felah bulmuş, o özünün üstünü kapatıp örten, onu kendi haline bırakan ise kayba uğramıştır.” (eş-Şems, 9-10)

İnsanın ufkunu daraltan ve onu zâhirî hislerinin (duyularının) hissettikleri içine hapseden en büyük karanlık perde, hiç şüphesiz inkâr ve şirk perdesidir. Her günahın metafizik âleme açılan pencerelerimizi belli nispette buğulandırdığı ve hatta zamanla öteleri seyretmeye mâni olduğu da bir gerçektir. Ötelere seyahat, diğer bir ifâdeyle gök kapılarının açılıp melekûtu müşâhede nimeti, rûhânî dünyamızın nûrâniyeti nispetindedir. Rabbimizin her bir çağrısı ve mesajı, hakikatte bizi karanlık alanlardan (zulumâttan) aydınlık meydanlara (nûra) çıkaran kutsî davetlerdir. İnce düşünülürse Hakk’ın her bir daveti yeni bir nûrânî ufka yükseliş çağrısıdır. Bu çağrıya duyarsızlık, hakikatte beden hapishanesinin iç odalarına doğru kendimizi kilitleme ve nihâyet karanlığa mahkûm etme bahtsızlığıdır.

İşte rûhun gerçek hürriyeti ve kuşatıcılığı da bu nûrâniyetten nasibi kadardır. Ruh kuşunun beden hapishanesinden kurtuluşunun ilk adımı iman ise de, onun alây-ı illiyyin diye ifade edilen yüceler yücesine yükselişi ve gerçek hürriyete kavuşması, ibâdet, zikir, tefekkür ve murakabe gibi manevi vesilelere sarılmakla mümkün olabilecektir.

Bütün arzusu bedenin hazlarını tatmin etmek olan kimselerde ise bu hürriyetten eser bulunmaz. Böylelerinin nasibi, şu dünya zindanının gönüllü mahpusu olmaktan başka bir şey değildir. Onlar bir yönüyle açık hava zindanında yaşamaya alışmış ve bu alışkanlıklarının tabii bir neticesi olarak da daha yüksek bir hayat seviyesini arzulayamayacak kadar iradeleri sönükleşmiş zavallılardır.

Ruhun esarete alışmasına mani olmak adına, ötelerden haber veren peygamber ve velilerin seslerine daima kulak vermek ve zindandan kurtuluş arzusunun içimizde doğması ve daima taze kalması için de tazarru ve niyaza yönelmek, kurtuluşun en önemli nişânıdır, denilebilir.

Dipnotlar: 1)bk. Gazâlî, İhyâ, III, 127; İbn Arabî, Fütûhat., I, 216; IV, 6; İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 30. Gazâlî’nin “İhyâ-u ulûmiddîn” adlı eserinin hadislerini tahrîc eden Irâkî, bu hadisle ilgili olarak “kaynağını bulamadım” ifadesini kullanır (İhyâ, III, 127). 2) Mesnevî (çev. Şefik Can), V, 80, beyit: 872; Ayrıca bk. age., I, 223, beyit: 3488. 3) Bilgi için bk. İmâm Rabbânî, age., I, 100; Ayrıca bk. Bursevî, Kitâbü’n-netîce, I, 417.