Altınoluk Dergisi, 2014 – Ekim, Sayı: 344, Sayfa: 006
Kendini merkeze alan insan, çoğu zaman nefsinin putperesti hâline dönüşür. Değer ölçüleri, görüşleri ve yorumları kendisine göre hakikatin ta kendisidir. Aksini iddia edenler büyük bir yanlışın ve sapkınlığın içindedirler. Bu durum tam da Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmeme gerekçesini “Ben ondan daha üstünüm” şeklinde ortaya koyan şeytânî mantıkla aynı parelelde işleyen bir düşünce sapmasıdır.
Tarihte ve bugün, İslâm ümmeti içerisinde en büyük fitnelerden birisi, hiç şüphesiz Müslümanı dışlayıcı, ötekileştirici, hatta İslâm dairesinin dışına iterek tekfir edici bakış açılarıdır. Bu nevi sapık cereyanların ortaya çıkışının birçok gerekçesi gösterilebilirse de en önemli sebeplerinden birisi, sahih bir ilim anlayışının ve metodolojisinin içinde yetişmiş, yeterli sayıda âlim ve ârifimizin olmayışıdır. Ya da böyle âlimlerimizin halkı yeterince bilgilendirmemesi, irşad ve terbiyeden geri durmalarıdır.
Dîni kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mümin olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir.
Rabbimiz, kulları üzerinde bu nevi tasarrufta bulunma girişimlerini doğru bulmamış ve Müslümanların bu konuda hassas davranmalarını istemiştir. Bu nevi yanlışların, çoğu zaman dünyevî menfaatler uğruna yapıldığına da dikkat çekmiştir:
“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisâ Sûresi, 94)
Müslümanı fasıklıkla, münafık olmakla ve daha ötede kâfirlikle suçlamak ve bunu kesin bir bilgiye değil de zannına ve vehmine dayanarak yapmak -Rabbimiz muhafaza buyursun- insanın kendisini ateşe atmasıdır. İlâhî uyarılar bu konuda çok açıktır:
“Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha üstündürler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Hucurât Sûresi, 11)
Rabbimiz kulları üzerinde son derece şefkatlidir. İlâhî rahmetten herhangi bir kulu mahrum etme hakkı kimseye verilmemiştir. Sâlim b. Abdullah -radıyallâhu anh- babasından duyduğu bir hâdiseyi şöyle nakleder:
“Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün sabah namazının ikinci rekatında “Semiallâhu limen hamideh” diyerek rükûdan kalktıktan sonra, “Rabbenâ leke’l-hamd” duasını yapar ve sonra da bazı kimselerin isimlerini anarak duasına şöyle devam eder:
“Allahım falan, falan, falan kimselere lânet et! Onları rahmetinden uzak eyle!
Diğer bir rivâyette ise bu kimselerin isimleri şöyle açıklanır:
“Allahım! Safvan b. Ümeyye’yi, Süheyl b. Amr’ı, Hâris b. Hişâm’ı rahmetinden uzak eyle! Senin lânetin onların üzerine olsun!”
Bunun üzerine şu âyet nâzil olur:
“(Ey Nebiyy-i Ekrem!) Allah’ın onların tövbelerini kabul etmesi ya da onları cezalandırması meselesi, sana ait bir konu değildir. Esâsen onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Bununla beraber, göklerdeki ve yeryüzündeki her şey Allah’a aittir; o dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır ve Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.” (Âl-i İmrân, 128)1
Bu âyetin nüzûlünden sonra, Fahr-i kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin, isimlerini anarak hiçbir kimse hakkında beddua etmediği rivâyet edilmiştir. Bu edebe binâendir ki İslâm âlimleri, muayyen bir şahsa beddua etmenin doğru olmadığını ve fakat şu şu işleri yapanlar diyerek genel ifâdeler çerçevesinde bu nevi bedduaların yapılabileceğini beyan etmişlerdir.
Ümmetine karşı son derece merhametli olan bir peygamberin şahsında tecellî eden bu ilâhî îkaz, tüm mü’minler için ve hatta bütün insanlık için çok önemli mesajlar ihtivâ etmektedir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1) Kulları üzerinde hüküm verme hakkı, yalnız ve yalnız onların yaratanına yâni Rabbülâlemîn olan Allah’a aittir. Hiç kimse, onların gelecekte şöyle ya da böyle cezalandırılacağı veya mükâfatlandırılacağı gibi konularda herhangi bir hükme varamaz, varmamalıdır da. Zira kulların kaderini belirleyen ve gayb diye ifâde ettiğimiz; idrâk ötesi âlemleri tümüyle bilen yalnız O’dur. Nitekim hadis-i şeriflerde bir ömür boyu cennet ehlinin ameli gibi amel işlediği halde, son anda cehennemlik olan kimselerden bahsedilir. Yine aynı şekilde, hayatı boyunca cehennem ehlinin amelini işlediği halde, ölümüne az kala cennete girme bahtiyarlığına ermiş kullardan söz edilir. Bütün bu gerçekler şunu gösterir ki: Kulların yarınına dair bir kanaat sahibi olmak ve üstelik bu kanaatini kesin bir bilgi gibi başkalarıyla paylaşmak, küllî irâde diye ifâde edebileceğimiz Hakk’ın tasarruf ve tecellîlerine karşı kendi konumunu bilmemek demektir. Diğer bir ifâdeyle başkaları üzerinde kader yazma cür’etinde bulunmak gibidir.
Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in, kendisinden başka herkesi helâk olmuş görenler hakkındaki şu beyanları, bu vasıfta olan kimseler için büyük bir uyarıdır: “İnsanlar helâk oldu diyen kimseden daha fazla helâkte olan kimse yoktur.” (Müslim, Birr, 139)
2) Bir insan, kendisinin bile yarınına dair kesin bir kanaat sahibi olmamalıdır. Zira bir başka âyet-i kerimede de ifade edildiği gibi “Hiçbir kimse yarın ne elde edeceğini, ne kazanacağını bilemez.” (Lokmân Sûresi, 34). Bu gerçek, yüreklere bir yönüyle ümit, diğer bir yönüyle de korku yüklemektedir. Dününe ve bugününe bakıp, yarını hakkında güven içinde olmak ya da ümitsizliğe düşmek, esasen ilâhî takdiri gözetmeden gâfilce verilen âcil bir karar demektir. Bu hakikatin farkında olan uyanık gönüller, her an ilâhî irâdenin nasıl tecellî edeceğinin endişesiyle, yürekleri titreyerek dua ve yakarış dolu bir hayat sürmenin zarûretine inanır ve öyle de yaşarlar.
Netice olarak, Allah’ın kulları hakkında özellikle imân ve küfür noktalarında hüküm vermek ve hele hele kendisinin verdiği hükme göre onlar hakkında muamelede bulunmak, kendi âhiretini hebâ etmektir. Özellikle tekfir meselesi (birisinin kâfir olduğunu söylemek), sıradan her müminin vereceği bir hüküm değildir. Bu konu İslâm âlimlerinin bile üzerinde titrediği bir meseledir. Şu şu fiilleri işleyen ya da şu konulara şöyle şöyle inanan kimseler kâfir olur şeklinde cümleler kurulabilirse de falan falan kâfir olmuştur şeklindeki bir hükmü, ancak İslam kadısı (hâkimi) verebilir ve gereğini icrâ edebilir. Aksi halde İslâm ümmeti büyük bir fitnenin içine düşer. Rabbimiz ümmet-i Muhammed’i bu çeşit fitnelerden muhafaza buyursun. (Âmin)
Dipnot : 1) Bkz. Buhari, Deavât, 58.