Adem Ergül

Artı ve Eksi Sonsuz Çizgisinde İnsan Gerçeği

Altınoluk Dergisi, 2011 – Mart, Sayı: 301, Sayfa: 016

İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:

“Hak Teâlâ seni sana bırakacak olursa, kötülüklerin ve ayıpların saymakla bitmez. Fakat Yüce Mevlâ senin üzerinde kendi yüce varlığını (yani isim, sıfat ve zâtî tecellilerini) gösterecek olursa, işte o zaman da methedilecek güzelliklerine bir sınır olmaz.

Sen sen ol, her hâlükârda Rabbinin vasıflarına tam sarıl, onlardan hiçbir an kopmamaya çalış ve fakat kulluğunu gerçekleştirmek adına sahip olman gereken vasıflar her ne ise de onları da şahsında tam bir şekilde gerçekleştirmeye bak.”

 el-Hikemü’l-atâiyye’den

İnsan, Kur’ân-ı Kerim’in resmettiği müstesnâ çerçevede, artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında gel-gitler yaşayabilen, iniş ve çıkışları neredeyse sınırsız bir varlıktır. Kur’ânî ifâdeyle “Ahsen-i takvîm” ufuklarıyla, “esfel-i safilîn” düşüşleri arasında her an yer değiştirme avantajı ya da riskini kendinde barındıran özel bir varlıktır.

Bu iniş ve çıkışların esrârını bütünüyle çözme iddiası haddi aşmak olur. Ancak yine de bu sırlar âlemine dair işâretler de yok değildir. İşte bu yazıda İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-’un bu âleme dair küçük de olsa bir pencere açan şu hikmetine yer vereceğiz:

“Hak Teâlâ seni sana bırakacak olursa, kötülüklerin ve ayıpların saymakla bitmez. Fakat Yüce Mevlâ senin üzerinde kendi yüce varlığını (yani isim, sıfat ve zâtî tecellilerini) gösterecek olursa, işte o zaman da methedilecek güzelliklerine bir sınır olmaz.”

Şu âlemde Hakk’ın irâdesinin dışında hiçbir şeyin gerçekleşme şansı yoktur. Kur’an-ı Kerim böyle bir mârifetullah bilgisini, mümin yüreklere şu dua ifâdeleriyle yükler:

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 26)

Mü’min bir kul, bu âyetin gönüllere indirdiği bu mânâ enginliği içinde, hem Rabbin azametini, kudretini ve eşsiz irâdesini görüp hissetmek ve hem de kulluk boyutunda kendisinin durması gereken hududu ve takınması gereken edebi doğru tayin etmek durumundadır.

İnsan, Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre “zayıf yaratılmış”, “daima Hakk’ın yardım ve inâyetine muhtaç”, “nefsinin putperesti olabilecek”, “nankör”, “câhil” ve “zulme yatkın” bir varlıktır. Bu haliyle o, kendi haline bırakılacak olsa, hakikatlerden bîhaber, sınırsız nefsânî arzularının tatmini yolunda “aşağıların aşağısına yuvarlanıp giden” ve sonuçta hiçbir varlıkta eşi benzeri görülmemiş kötülüklerin ve çirkinliklerin toplandığı garip bir varlığa dönüşecektir. Bu hâle düşmemenin tek bir kurtuluş yolu, ilâhî rahmet ve ihsânın kulun elinden tutmasıdır. Diğer bir ifâdeyle, kişinin Hakk’ın rahmetini üzerine celbedecek bir mücâhedenin içinde bulunması, kendine ve yaptıklarına güvenmeyip Rabbe muhtaçlık hâlini, tazarru ve niyaz duyguları içinde sürekli seslendirmesi ve hissetmesidir. Hz. Yûsuf -aleyhisselâm-’ın dilinden nakledilen şu itiraflar, bu hakikatin en güzel ifâdesidir:

“Ben hiçbir zaman nefsimi aklamak ve onu masum göstermek istemiyorum. Çünkü Rabbimin rahmetine nâil olma hâli dışında her nefis, ısrarla kötülüğü emreder. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhametlidir.” (Yusuf Sûresi, 53)

Bu sırrı en iyi bilen Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de sürekli Hakk’ın rahmetine sığınmıştır. Nitekim rivâyet edildiğine göre o, her çeşit sıkıntıya karşı şöyle dua edilmesini tavsiye buyurmuştur:

“Ey Allahım! Ancak senin rahmetini umuyor ve onu bekliyorum; beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime bırakma. Hâlimi tümüyle düzeltiver, (zira) senden başka ilâh yoktur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101/5090)

İnsan, nefsinden kaynaklanan iç arzularıyla baş başa bırakılacak olsa, dalâlet ve çirkefliklerin çukuruna doğru yuvarlandıkça yuvarlanır. Bu düşüşün nerede son bulacağı da bilinemez. Zira kendi hırsları ve bedenî hazları uğruna yapamayacağı kötülük yoktur. İnsanlık tarihi, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bu anlamda denilebilir ki, her nefis potansiyel olarak firavunluğu, Karunluğu ve şeytanlığı tabii olarak kendi içinde barındırır. Gönderilen peygamberlerin bir misyonunun da insanları bu nefis esaretinden kurtaracak “tezkiye” (arındırma) vazifesi olması da işte bu yüzdendir.

İnsan bahse konu olan bu yönüyle eksi sonsuzluğa doğru yolculuk yapabileceği gibi Rabbin ihsanı, ikrâmı ve sınırsız tecellileri ile artı sonsuzluğun da seyyahı olabilecek istidatta bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu seyr u sefer bu yönde devam ettiği sürece de sayısız güzelliklerin, diğer bir ifadeyle cemâl tecellilerinin mazharı olabilecektir. Bu yolculuğun böyle devam etmesinin sırrı ise “ilâhî rahmet ve hidâyet”e nâîliyettir. Bu mazhariyetin idrâk edemeyeceğimiz sır ve hikmet dolu yönleri olduğu gibi bir takım şifrelerinin kullara lutfedildiği ve bildirildiği de bir gerçektir. Meselâ rahmete nâil olmak için şu âyetler yol gösterici olabilir:

“Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velîleri (dostları ve yardımcıları) dir. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allaha ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah böylelerini rahmetinin içine alacaktır…” (Tevbe Sûresi, 71)

“Şüphe yok ki, iman edenler, bir de Allah yolunda (yurdlarından) hicret edib de cihâd edenler (yok mu?) işte onlar Allahın rahmetini umarlar… (Bakara Sûresi, 218)

Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise (Allah), kendisinden bir rahmet ve lütfa kavuşturacak ve onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir.” (Nisâ Sûresi, 175)

Şu âyet-i kerime de “Ahsen-i takvîm” yolculuğunda gerekli olan nihâyetsiz hidâyet ihtiyacına nasıl mazhar olunabileceğinin şifresini vermektedir:

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösterir ve onları hidâyet(in her çeşidin)e mazhar kılarız. Muhakkak ki Allah (sürekli güzellik üreten ve Hakk’ı müşâhede edercesine bir kulluk sergileyen) ihsân ehliyle beraberdir.” (Ankebût Sûresi, 69)

İşte gösterilen bu yollarla ilâhî rahmet ve hidâyete mazhar olmuş bir insan öyle güzellikler meşheri hâline döner ki, onları sayıp dökmeye lisanlar ve kalemler kâfi gelmez. Zira en güzel boya olan Allah’ın boyası ile boyananları1, beşerin zâhiri gözleri bütün yönleriyle ihâta edemez. Erişilen bu kıvama medeniyetimizde “insân-ı kâmil” seviyesi denilmiştir.

İbn-i Atâullah bu güzelliklerin tâlibine yol göstererek yukarıdaki hikmetinin devamında der ki:

“Sen sen ol, her hâlükârda Rabbinin vasıflarına tam sarıl, onlardan hiçbir an kopmamaya çalış ve fakat kulluğunu gerçekleştirmek adına sahip olman gereken vasıflar her ne ise de onları da şahsında tam bir şekilde gerçekleştirmeye bak.”

 “Rubûbiyyete has vasıflar denilince genelde, Yüce Rabbin izzeti, kibriyâsı, bütün âlemlerden müstağnî oluşu, her şeye kâdir olması ve ilminin her şeyi kuşatması gibi  nihâyetsiz kemâl sıfatları hatıra gelir. Kulluğa has sıfatlar denilince de, acziyet, zafiyet, fakr u ihtiyaç ve cehâlet gibi noksanlıklar göz önünde bulundurulur.

Hakk’ın vasıflarına bağlı kalmak demek, bütün işlerinde O’na ilticâ hâlinde bulunman ve bütün ihtiyaçlarını karşılamada yalnız O’na güvenip dayanman ve O’nun dışında her şeyden kalben uzaklaşman demektir. Zira varlık âleminde yegâne hakikat O’dur. Sen O’nun izzet ve kemâline nazar etmeye devam edersen, neticede O’nunla azîz olursun. O’nun dışındaki her şey, senin gözünde ve gönlünde küçülür de küçülür. Yine aynı şekilde Yüce Mevlâ’nın bütün hazinelerin sâhibi yegâne “Gâni”/zengin ve bu itibarla da her şeyden müstağnî olduğu hakikatine bağlanacak olursan, sen de O’ndan başkasına ihtiyacın olmadığını anlar ve O’ndan başka her şeyden müstağnî olma bahtiyarlığına ve hürriyetine erersin. O’nun kudret ve kuvvetine bel bağlarsan, acziyet ve zafiyet hâllerinde başka güç ve kuvvet aramaz ve yalnız O’na yönelir ve yardımı da ancak O’ndan istersin. Hülâsa Rabbe karşı bu ilgin devam ettiği sürece O’nun bütün vasıflarından nasip alır ve eşsiz güzellik ve kemâlâta vâsıl olma imkânın ortaya çıkar.

Kendi nefsinde kulluk vasıflarının hakikatine erişmek ve nihâyette hakiki bir kul olmak meselesine gelince, onun da yolu şudur: Hakk’ın karşısında tam bir tevazuya bürünüp varlık iddiasının her çeşidinden uzak olmak ve Rabbe karşı muhtaçlık duygusunun tabiat-ı asliye hâline gelmesidir. Kendinde güç ve kudret bulunduğu vehminden sıyrılmaktır. Güç ve kudretin ancak Hakk’ın ihsânı ve ikrâmı ile gerçekleşebileceğinin şuuruna ermektir. O’nun bildirdiğinin dışında hakikate erme iddiasından uzak olmaktır. Hulâsa Hakk’ın emirlerine ve tasarruflarına gönül rızasıyla tam bir teslimiyet göstermek, izzet ve şerefi O’nunla ve O’nun yanında aramak ve yalnız O’na kul olmanın zevkine ve hürriyetine ermektir.”2

Dipnotlar: 1) Bkz. el-Bakara, 138. 2) Bkz. İbn Acîbe, İkâzu’l-himem, sh. 295-296.