Altınoluk Dergisi, 2010 – Ekim, Sayı: 296, Sayfa: 010
bn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Geçici olmaya kalıcı bir izzet ve şerefe ulaşmak istersen, fâni bir izzette şeref ve bahtiyarlık arama.”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
Meleklerin bile kendisine karşı hürmet ve tazim secdesine davet edildiği insanoğlu, daha yaratılışının başlangıcında, Rabbânî bir seçimle başına izzet tâcı konulmuş müstesnâ bir varlıktır. Hakk’ın lütfettiği bu izzeti korumak, insan için en mühim vazifelerin başında gelir. Bu mükerremiyetin ve şerefin farkında olmamak gaflet, farkında olup da gereğini îfâ etmemek, insanın kendisine karşı işlediği büyük bir zulümdür. Zira zulüm, bir şeyi layık olmadığı yere koymak demektir.
Bir ism-i şerîfi de “el-Azîz” olan Yüce Mevlâmız, îmanla şereflenmiş kullarının izzet ve şerefini muhafaza etmelerini murâd etmiş ve “mü’mine izzet yaraşır, zillet değil” mesajını hemen her fırsatta hatırlatmıştır. Nitekim asr-ı saâdette şöyle bir hâdise yaşanır:
Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâb-ı kirâmla bir gazveden dönmektedir. Sefer boyunca ordunun içinde bulunan münâfıklar, çeşitli şekillerde fesat çıkarma girişimlerinde bulunurlar ve müminlerin de duyacakları şekilde onları incitecek şöyle sözler ederler:
«– Artık Medîne’ye döndüğümüzde azîz olanlar, zelîl olanları Medîne’den çıkarsınlar.»
Münâfıklar bu sözleriyle, kendilerini azîz, özellikle Mekke’li muhacirleri de zelîl olarak vasıflandırırlar. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil olur:
“(Münâfıklar) Eğer Medîne’ye dönersek azîz olanlar, zelîl olanları muhakkak oradan çıkaracaktır, diyorlar. Hâlbuki izzet ve şeref, Allah’ındır, Resûlünündür ve müminlerindir. Fakat münâfıklar bu hakikati bilmezler.” (el-Münâfıkûn, 8)
Bu âyet-i celîle, bir kul için izzet ve şerefin, ancak Allah ile arasındaki bağ nispetinde var olabileceğine işâret etmektedir. Bu itibarla Hakk’a kurbiyyet nispetinde şeref ve izzetin artacağı âşikârdır.
İzzetin birinci adımı, îmândır. Îmânın kemâli, izzetin de kemâlidir. Tevhid yani yalnız Allah’a kulluk, insanı kula kulluktan kurtaran büyük bir şeref tâcıdır. Şâirin dediği gibi:
Bir Şah’a kul oldum ki, kulu sultan-ı cihândır
Bir şaha kul oldum ki, cihân O’na gedâdır1
İmândan sonra izzet basamakları, kendi içinde sayısız dereceleri olan takvâdır. Nitekim âyet-i kerimede:
“Sizin Hak katında en yüksek şeref ve izzete erişeniniz, takvâ cihetiyle en güzel bir kıvâma ulaşanınızdır” (el-Hucurât, 13) buyrulmuştur.
Takvâ, bir yönüyle şahsiyetimizi yaratılış maksadına uymayacak her türlü rezâilden ve onu helâke sürükleyecek tehlikelerden korumak ve kollamak, diğer yönüyle de Hakk’ın hakkını ve çizdiği hudutları, büyük bir tazim ve haşyet duyguları içinde muhafaza etmek ve gereğini îfâ etmek demektir.
İzzet ve şerefin kaynağı Mevlâmızdır. Azîz olan ancak O’nunla azîz olur, zelîl olan da O’ndan uzaklaşma nispetinde zelîl olur. İzzeti başka şeylerde arayanlar, nihâyette zilleti tadacaklar demektir. İbn Atâullâh el-İskenderî -kuddise sirruh bu sırra binâen buyurur ki:
“Geçici olmayan kalıcı bir izzet ve şerefe ulaşmak istersen, fânî bir izzette şeref ve bahtiyarlık arama.”
Kimi insan, izzeti malda arar. Kimi makamda arar. Kimi güzellikte arar. Kimi daha başka güç ve kuvvetlerde arar. Bu ve benzeri görüntüler, zaman zaman kişiye izzet ve şeref bahşeder görünse de, bâkî değil fânî diğer bir ifâdeyle aldatıcı izzet tablolarıdır. Ufku sadece bugünle sınırlı zavallı insanoğlu, Rabbânî bir gözlükten ve irfandan mahrum olduğu içindir ki bu gerçeğin çoğu zaman farkında olmaz. Kendisine -tabiri câizse- fânî mevlâlar edinir. Yüce Rabbimiz böylelerini zavallı örümceğe benzetir:
“Allah’tan başka (varlıkları ve güçleri) sığınak kabul edenlerin durumu, kendisine ağ ören örümceğin durumuna benzer: çünkü barınakların en zayıfı örümcek ağıdır. Keşke bunu anlasalardı!” (el-Ankebût, 41)
Gerçek bir idrâk ve irfânî bir basîret sahibi herkes şu hakikati bilir ki, bâkî bir izzet, fânîlerin ve herhangi bir yaratılmışın lütfedeceği bir ikrâm olamaz. Nitekim âriflerden biri, ağlayan birisini gördü ve ona:
«– Neden ağlıyorsun?» diye sordu. O kişi de:
«– Üstadım vefat etti, onun için ağlıyorum» diye cevap verdi. O ârif de dedi ki:
«– Neden ölümlü birini üstad kabul ettin ki?»
O ârif bu sorusuyla, o kişinin himmetini bir üst noktaya taşımak ve basiretini tahrik etmek istiyordu. Zira ölümlü birisiyle aziz olmak isteyen kimsenin izzeti, elbette onun ölümüyle son bulacaktı.2 Şu husus iyice bilinmelidir ki, gerçek üstazlar ve mürşidler, sevenlerini kendilerine değil, ebedî diri ve asla ölmeyecek (hayy ü lâ yemût) olan Allah’a bağlarlar. Onlar ne güzel vesilelerdir!
“Allah ile azîz olmak demek, O’na tazim, hürmet, muhabbet, haşyet, mârifet ve her şeyde ve her halde Hakk’a lâyık bir edeple edeplenmek demektir. Yine Allah ile aziz olmak demek, O’nun ahkâmına rızâ göstermek, azamet ve kibriyâlığı önünde boyun eğmek, O’ndan hâyâ ve haşyet üzere bulunmak demektir.”3
Hz. Ali buyurur ki:
“Mala ve aşirete ihtiyaç hissetmeden zengin olmak isteyen kimse, masiyetin zilletinden taatin izzetine yükselebilmelidir.”4
İzzeti korumak, nefsi olduğundan farklı göstermek ve hakikati kabul etmemek anlamına gelen kibir değildir. Kibir haksız yere büyüklük taslamanın adıdır. İzzet ise Hakk’ın kulu olma adına, Hak’tan başkasının önünde eğilmemenin, küçülmemenin adıdır. Bu anlamda izzeti korumak, Hakk’a tazimin tabiî bir tezâhürüdür.
Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-, mümin insanın, izzetini koruma adına Hak’tan başkasından bir istekte bulunmasına bile gönlü razı olmamış ve buyurmuştur ki:
“Mü’minin şerefi, geceleri kâim olmasında; izzeti ise, insanlardan müstağnî kalmasındadır!” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Hulâsa, yerde ve gökte, dünyada ve ukbâda izzet arayana Yüce Rabbimizin apaçık mesajı şudur:
“Kim izzet isterse, şunu bilsin ki izzetin tamamı Allah’ındır.” (Fâtır, 10)
Hakk’a vuslat yolunda bulunduğun nokta, ebedî izzetten nasibindir. Öyleyse azîz olmak isteyen, “el-Azîz”le olmanın derdine düşmelidir.
Dipnotlar: 1) Gedâ: Muhtaç. 2) Ahmed b. Muhammed el- Acîbe, Îkâzü’l-himem fî şerhi’l-hikem, sh. 221. 3) Ahmed b. Muhammed el- Acîbe, Îkâzü’l-himem fî şerhi’l-hikem, sh. 219. 4) Ahmed b. Muhammed el- Acîbe, Îkâzü’l-himem fî şerhi’l-hikem, sh. 220.