Altınoluk Dergisi, 2014 – Şubat, Sayı: 336, Sayfa: 022
Tasavvuf, bir terbiye ocağıdır. Ham insandan kâmil insan çıkarma ocağı. Bu ocakta mürşidin “kâmil” olmakla birlikte “mükemmil” olması, yani “kemâle erdirici liyakatinin bulunması” son derece önemlidir. Eğitime muhatap olan müridin sıdkı, sadâkâti, samimiyeti, gayreti ve hülâsa istidâdı da en az mürşidin keyfiyeti kadar mühimdir. Bu iki tarafın arzulanan keyfiyette olması, her zaman ve herkes için istenilen ölçüde mümkün olamamıştır. Bu itibarla bir de işin kader tarafı vardır ki, bu da bir nasip meselesidir, denilebilir. Nice mürşid-i kâmiller gelmiş ve fakat etraflarında istidatlı mürid bulamamışlar ve nihayet ocakları kapanmıştır. Ve yine nice yetişmek isteyen istidatlı gönüller olmuş, lâkin kendilerini teslim edecekleri kâmil ve mükemmil bir ele tutunamamışlardır. Herkes üzerine düşen vazifeyi, taharriyi, gayreti ve samimiyeti gösterdikten sonra, Allah’ın kendisine lütfettiği nasibine razı olmak ve tüm himmetini ona teksif etmekle mükelleftir. İmâm-ı Rabbânî ve Halid-i Bağdâdî gibi yüzlerce kâmil halife yetiştiren mürşid-i kâmil ve mükemmiller, asırlar içinde nâdiren zuhûr etmiştir. İşte Sultânu’l-Ârifîn Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh- da bu bahtiyarlardan biridir. Kendisine Hayru’l-halef olan Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- buyurur ki: “Bazen insan kâmil olur, ancak bu kemâlini ve güzelliğini bir başkasına taşıyamaz. Belki kendi hâlinde güzel bir insandır ve fakat bu yönüyle nâkıs sayılır. Zira Rabbimizin lütfettiği güzellikleri, Allah’ın diğer kulları ile paylaşabilmeli, onların da Hak dostu olmalarına vesile olabilmeldir1.
Sami Efendi Üstadımız Hazretleri, nice istidatlı kardeşlerin yetişmesine vesile olmuş, -belki de- iki üç asırda bir gelen büyük mürşid-i kâmillerden biriydi. Abdülvâsi Mirzataş, Kemâl Yetkin, Mehmet Rastgeldi, Mehmed Lekesiz, Abdurrauf Kamer, Mustafa Doğanay, Şaban Kavafoğlu, Mehmed Baysal, Hasan Ertürk, Ahmed Dayhan, Hafız Bekir, Adapazarlı Pehlivan Efendiler gibi adedi daha oldukça yekünlu bir çok velilerin yetişmesine vesile olmuştur.2
Abdullah Sert Bey bir hatırasını şöyle nakleder: “1970’li yıllarda vakıflarda memur olarak çalışıyordum. Birlikte çalıştığımız arşiv uzmanı Ekrem Ocaklı Bey, fakirden kendisini Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendiyi ziyarete götürmemi talep ettiler. Ekrem Ocaklı Bey, Bayburt Nakşi geleneği büyüklerinden Dede Paşa Efendinin yakınlarından ve eski milletvekillerindendi. Randevu alındı ve belirlenen gün ve saatte ziyarette bulunuldu. Mağazadaki odalarında bir müddet baş başa görüştüler. Ekrem Bey son derece nezâketli bir insandı. Ziyaretten çok memnun kaldılar. Daha ziyaret odasından yeni çıkmıştı ki, fakirin elinden tutup: “Azizim, Sâmi Efendi Hazretleri nasıl bir “Mürşid-i mükemmil” bir zatmış ki, böyle kâmil bir evlâdı yetiştirebilmiş. Böyle bir zâtı ancak Mürşid-i mükemmiller yetiştirebilir. Yetiştirmek için bazen “Mürşid-i kâmil” olmak bile yetmez”. İşte bu yazıda, önemine binâen Sultânu’l-ârifîn Mahmûd Sâmi –kuddise sirruh- Hazretlerinin terbiye sırlarına dair bazı işâretlerde bulunmak istiyoruz. Esasen Hak dostlarının bu mevzudaki tasarruflarının tamamına muttali olmak imkânsızdır. Zira onların gönüllerine lutfedilen fuyuzât ve sunuhâtın derecesini bir başkasının tespit etmesi imkansızdır. Ancak yine de deryânın yüzüne vuran dalgalar misali, ortaya çıkan bazı terbiye sırlarını tespit etmek, ibret ve iktidâ (onların izini takip) için önemlidir, diye düşünüyorum. Şimdi bu sırlardan bazılarına maddeler halinde işaret edelim: 1. Mürşid ve mürebbîlik, kendi kendine bir iddiâ ile ortaya çıkan bir seviye değildir. Zira kaynağı nefis olan iddia, benlik işâretidir. Bir işte benliğin ortaya çıkması ise, ilahî rahmetten ve nusret-i ilâhiyeden mahrûmiyet sebebidir. İrşâd ve terbiye benlik üzerine değil, hiçlik üzerine binâ edilir. Rabbin terbiyede eli olmak, kendini aradan çıkarmakla gerçekleşir. Bu itibarla denilmiştir ki bu konuda tâlip (isteyen) değil, matlûb (arzulanan) olmak esastır. Matlûb olmak ise hem bir üst mürebbînin hüsn-i şehâdeti (icâzeti), hem de terbiye isteklilerinin hüsn-i kabûlü neticesinde ortaya çıkar. Hakikatte bu iki tecellî, Rabbin muradının iki alâmeti/şâhidi gibidir. Bu murâd-ı ilâhî, ehl-i irfânın beyanınıa göre bazı durumlarda manevî hâl sahibi kimselere bir işâret (sâdık rüya, sahih keşif vb.) şeklinde de zuhûr ettiği olur. Sâmî Efendi özelinde bu durum, Üstadı Muhammed Es’ad Erbili’nin icazeti ve tanıyan bazı dostlarının ısrarlı talepleri ile gerçekleşmiş ve hem murâd, hem de matlûb olmuştur. Böyle olmasına rağmen o, hiçbir zaman bu mevzuda iddia sahibi olmamış, hatta kendisini böyle bir makama layık görmemiş ve daima Rabbine karşı mahcûbiyetini ifâde edegelmiştir. Nitekim sevenleri tarafından anlatıldığına göre o kendisinden “şeyh” ya da “mürşid-i kâmil” tarzında söz edilmesinden ciddi şekilde rahatsız olurdu. O tarz sözlere muhatap olduğunda hemen: “-Biz Allah’ın sıradan bir kuluyuz” diyerek mukabelede bulunurdu. Bazen o derece mahfiyete bürünürlerdi ki, Cenâb-ı Hakk’a şöyle iltica ederlerdi: “-Ya Rabbi, kulların bu fakire hüsn-i zanlarından dolayı böyle söylüyorlar. Bundan ötürü beni muaheze etme! Ben senin âciz bir kulunum” buyurarak gönlünü teskin ederdi.3 Böyle bir vazifeye tâlib olmak, bazen kaldırılamayacak bir vazifenin altına girmektir ki, kişinin hem kendisine, hem de etrafındakilere yazık etmesi ve belki zulmetmesi sonucunu doğurur. Ancak matlûben yani Rabbin muradının bir tecellisi olarak, böyle bir mükellefiyetle karşılaşılacak olunursa, o zaman da Rabbimizin, kulunun istidat ve vüs’atını rahmetiyle muktedir kılacağına tam olarak inanmak gerekir. Zira O, hiç kimseye kaldıramayacağı bir yükü yüklemez. 2. Mürşid ve mürebbîlikde ikinci esas, hayran olunacak, gıpta edilecek bir kulluk kıvamına ve severek model alınabilecek bir şahsiyet kalitesine sahip olmaktır. Zira takvâda imamlık/önderlik, böyle bir hâli gerektirir. Beşeriyet planında bu hâlin zirvesi hiç şüphesiz Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-’de tecelli etmiştir. Bu güzelliğe yaklaşılabildiği ölçüde takvâ önderliğinde muvaffakiyet gerçekleşebilecektir. Diğer taraftan bir mürebbî, muhatabın gözünde ve gönlünde hayranlık ve gıpta oluşturamıyor ise gönüller arasına muhabbet hattı kurulamayacaktır. Hâlbuki seyr u sülûk, hâl sirâyeti (in’ikas ve insibağ) yoluyla öz benliğin dönüşümü, inkişâfı ve terakkisi demek olduğundan, bu sırrın tahakkuku için gerekli olan en önemli vasıta muhabbettir. Sâmi Efendi -kuddise sirruh-’un Hakk’a ubûdiyeti, tanıyan herkesin gıpta ve hayranlıkla müşâhede ettiği bir yönü idi. Sergilediği ahlâk güzelliği de kendisine “Melek Sâmi Efendi” dedirtecek ölçüde bir hayranlık uyandırıyordu. Kur’an ve sünnetin ahkâmına uymadaki titizliği âdetâ dillere destan olmuştu. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- onun bu yönüne şöyle işaret eder: “Muhterem Üstaz hazretlerinin ahlâkı, âdâbı, her hâli, Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerine tamamen, hayret edilecek şekilde uygundu. … Bu kadar yakınlık bir mevhibe-i ilâhîdir, uğraşılarak, çalışılarak kısmen istifâde edilebilir.” 4 Sâmi Efendi hakkında hatıralarını anlatan birçok kimse, onun kulluktaki titizliğine ve ahlâkının yüceliğine dikkat çekmiştir. Onun bu kulluk şuuru ve ahlâk güzelliği, sevenlerini kendisine meftûn etmiş ve terbiye sisteminin merkezini onun bu güzel hâli teşkil etmiştir. Güzide evlâdı Mûsâ Efendi, Üstazı Sâmi Efendi’nin terbiye metodunda son derece tesirli olan bu yönüne de şöyle dikkat çeker: “Üstazımız ihvânı terbiye etmekten ziyade, kendilerini terbiye etme (örnek olma) yolunu tercih etmişti. Yani kendini terbiye ettikçe, ihvan da terbiye edilmiş olur dolayısıyla. Bazı veliler dâima, şunu yapın bunu yapmayın, şunu yiyin bunu yemeyin derler. Üstazımızın ağzı kilitli. Akran gibi refik. Hatta bilakis o arkadaşına hizmet etmek isterdi. Yani şunu yapın bunu yapın diye ihvandan beklemek filan yok. İhvanı kardeş telakkî ediyor. Affetmede, hoş görmede emsâli yoktu. Her şeyini kabullenirlerdi muhatabının. Kabullendiği gibi hataları da örterlerdi”5. Kullukta derinleşmenin terbiyeye yansıyan bir başka sırrı da şudur ki, kul, farz ve nafilelerle ubûdiyyetine devam ettikçe, ilâhî muhabbete mazhariyet de o nispette ziyadeleşeceğinden, Rabb’e kurbiyyetin (yakınlığın) tecellileri kulda zuhûr edecek ve kul, Rabbülâlemînin kendisine lutfettiği hilâfet vazifesi gereğince, terbiyede Rabbânî bir ârif ve mürşid-i mükemmil olabilecektir. Mürşidlerde görülen ve tasavvuf kültüründe “tasarruf” diye adlandırılan husus, bu hâlin tezâhürü olsa gerektir. Bazı tasavvuf tarihçilerinin, irşad vazifesini yürüten kimseleri “İrşâd şeyhliği” ve “tasarruf şeyhliği” diye iki grupta mütalaa etmelerinin sebebi de, birinin çoğu zaman söz ve hâl ile, diğerinin ise bunlarla birlikte kalbî teveccüh ve tasarrufla da terbiye edebilmeleridir. Sâmi Efendi –kuddise sirruh-, ehlinin ifâde ve beyânına göre bu vadide hem irşâd, hem de manevî tasarrufla terbiye vazifesini deruhte etmiş bir Üstâz-ı kâmildir. 3. Bu manevî terbiye yolunun en önemli esaslarından biri, beraberliktir, Arapça ifadesiyle sohbettir. Sözlü ve sözsüz beraberliğin terbiyede en güzel nûmunelerini Sâmi Efendinin irşâd hayatında görmek mümkündür. Nasihat ve öğüt olarak seçtiği, ilim temelli ve irfân derinlikli söz ve sohbetleri, dinleyenler üzerinde çok derin izler bırakmıştır. İnsan, söz ve göz ile mayalanır demişlerdir. Muhterem Üstazın sözleri de bu anlamda, zâhirî ilim kisvesinde ve fakat aralarına yerleştirdiği hikmet ve irfâna dayalı işâretleriyle, nice istidatlı gönülleri mayalamıştır. Sohbetlerini çoğu zaman kitaptan okumalarına rağmen, özellikle kalbe dair nasihatlerini irticâlen yapmayı tercih etmişlerdir. Bıraktığı yirmiye yakın eserlerine nazar ettiğimizde görürüz ki, onun sohbet malzemesi, tefsir, hadis, ashab-ı kiram menâkıbı ve âriflerin hikmet dolu sözlerinden ibarettir. Tasavvuf sözden çok sükûta daha yakındır, buyrulmuştur. Derinlikli sükûtî beraberliklerin terbiye sırrı bir başkadır. Bu mânâda Sâmi Efendi –kuddise sirruh- bir sükût deryasıdır. O, Mûsâ Efendinin ifadesiyle:
“Dâimâ sükûtu ihtiyâr ederlerdi. Zarûret olmaz ise saatlerce konuşmadığı olurdu. Bilhassa taht-ı terbiyesinde bulundurdukları kimselerin yerli yersiz konuşmalarını hiç istemezlerdi. Hicaz ve Anadolu yolculuklarında, günler ve haftalar geçerdi de fem-i saâdetlerinden, ancak en zaruri söylenmesi îcab eden sekiz on kelime çıkardı. Sükût ve edeb ehlini çok severler, yanlarında yer ayırır, iltifatta bulunurlardı. Onların terbiyelerine çok ihtmâm gösterirler ve kendileri gibi değerli vasıflarla zinetlenmelerini arzu ederler, bu hususun tahakkuku için Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine niyazda bulunurlardı”.6
Bazıları zanneder ki, tasavvufî terbiye, nasihat merkezli bir terbiyedir. Hayır, o, bilakis hâl sirâyeti yoluyla gerçekleşen bir eğitim metodudur. Elbette nasihat önemlidir ve fakat manevî terbiyede sükût, hâl transferi bakımından sözden çok daha ehemiyetlidir. Sözde ilmî yönden fayda temin edilse de, sükûtta mürebbînin zâtı ve ahlâkı âdetâ emilir ve özündeki duygu derinliğinde müştereklik hâsıl olur. Bu itibarla ehlullah hazerâtı “Dil dudak deprenmeden sözü anlayan gelsin” demişler ve konuşmayı azaltma tavsiyesinde bulunmuşlardır. Mevlânâ der ki: “Şu söylemeyi bırakayım da susayım; cana canlar katan sözü, susarak söylemek elbette daha iyidir.” “Sen de gönül definesini istiyorsan sus!” Muhterem Üstaz terbiyeyi sadece kendisine bağlamaz, hâl sahibi, sâlih ve sâdık kardeşlerle beraberliğe de teşvik ederlerdi. Zihnen, kalben ve bedenen yaşanan beraberlikler, kişi üzerinde son derece etkilidir. Ankara’lı merhum Ali Fuat Öztürk anlatır: Sami Efendi Üstadımız bir özel görüşmesinde kendisine: “-Sıkıntılı olduğunuz zaman ihvan (Salih kardeşlerinizin) ziyaretinde bulunun rahatlarsınız”. Buyurmuş. Ali Fuat Bey de: Acaba ziyaret edeceğim ihvan âlim mi olacak, okumuş mu olacak, kıdemli mi olacak, yeni mi olacak diye içinden geçirmiş. Gönlünden geçen bu süale hemen cevap yetişmiş. Muhterem Üstad buyurmuşlar ki: “-Âlimini eskisini, yenisini karıştırmamalı. Yeter ki iyi bağlı olsun. Teslimiyet ve muhabbet ehli olsun.” Sâmi Efendi -kuddise sirruh-, özellikle istidatlı kardeşleri sık sık görmek ister, kendileriyle uzun beraberliklere fırsat tanırdı. Uzun yolculuklar, bu iş için büyük fırsatlar sunardı. Eğitim adına en güzel vesilelerden biri, işte bu ve benzeri beraberlikler olmuştur. Zaman zaman bazı kardeşlerin ziyâretine gider ve kendilerinde misafir kalmak sûretiyle bu beraberliği eğitim fırsatına dönüştürürlerdi. Muhterem Üstazın hayatında ziyâret sünneti, tam bir eğitme vasıtasına dönüşmüştür. 4. Gönül terbiyesi, beden terbiyesi ile sürekli alışveriş hâlindedir. Bedenin yapıp ettiklerinden gönül, gönlün irfânından da beden mutlaka etkilenir. Bu sırra binâendir ki, Sâmi Efendi -kuddise sirruh-, manevî terakkinin helal rızıkla ilişkisine sık sık dikkat çekerdi. Maişet temini için yapılan işin meşrû olup olmadığına, meşrû ise o işin hakkının verilip verilmediğine önem verir, uyarılarda bulunurdu. Kıllet-i taam, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm ve uzlet-i enâm esaslarına sohbetlerinde sık sık yer verirdi. Yani az yemek, az konuşmak, az uyumak ve luzumsuz yere insanlarla boş vakit geçirmemek gerektiğini, aksi halde, manevî yolculuğa zarar vereceğini ifâde ederlerdi. 5. Muhterem Üstadın terbiye anlayışında, huşû ve tazimle îfâ edilen ibâdet hayatı, mânaları üzerinde tefekkür ve tezekkürle icrâ edilen Kur’ân-ı Kerim kıraati ve büyük bir edep ve itinâ ile yerine getirilen evrâd ü ezkâr, vazgeçilmez esaslardandı. Allah’ı hem de çok çok zikretmek, kalbin yumuşaması için zaruriydi. Az zikir kâfi değildi. Hedef Allah’ı devamlı zikir (zikr-i dâimî) hâline ermekti. Bu hâl gerçekleşince Rabbin husûsî terbiyesine nâil olunabilirdi. Muallimi ve mürebbisi Hak olan kulun, elbette ahlâkı da en güzel olacaktı. Bu itibarla evrâd ü ezkâr, sadece sevap kazanma vesilesi değil, o aynı zamanda öz benliğimizi arıtan, besleyip geliştiren ve insana şevk ü şetâret veren bir iksirdi. Hülâsa onsuz olmazdı. 6. Terbiyesi ile ilgilendikleri kardeşlerine karşı son derece şefkatli, saygılı, ilgili ve takipçiydi. Hatta istidatlı olduğunu görüp hissettiklerine karşı da son derece gayûr (müspet anlamda kıskanç) ve haris (üzerlerine düşkün)dü. Esasen manevî mürebbîlik tam bir fedâkârlık ister. Cömertlik, hatta îsâr ehli olmayı gerektirir. Sabırlı olmayı, affedici olmayı, yorulmamayı, sebatkâr olmayı ve hulâsa incitmemeyi ve incinmemeyi ister. Gönül terbiyesi, gönüllerde olana göre hareket etmeyi, arzuları müspet anlamda tatmin etmeyi, içteki dertleri çözmeyi ve başkasının rahat ve huzurunu, kendi rahatına tercih etmeyi gerektirir. Mûsâ Efendi’nin şu tespiti, Muhterem Üstazın bu alanlarda müstesnâ güzelliğine işâret eder gibidir: “Sevenlerini katiyen ümitsizliğe düşürmezlerdi. Huzûr-ı âlilerine gelenler –her ne kadar ihmalci ve hatâlı hâlleri var ise de- büyük bir huzûr ve ümit içinde yanlarından ayrılırlardı.” Hazret-i Ali -kerremallahu vecheh- buyurur ki: “Gönüller selâmette olmadıkça, muhabbet izhâr etmez” İşte bu sebepledir ki, sevgi üzerine binâ edilen manevî eğitimde, gönüllerin derdine devâ olmak, diğer bir ifadeyle muhatapla dert ortağı olmak zaruridir. Hak dostları bu sırrı en iyi bilen kimseler olduğu içindir ki, önce gönlü huzursuz eden dikenleri temizler, sonra da mârifet ve muhabbet tohumları ekerler. Mâhir bir bahçevan titizliği ile de, sabır ve sebatla, o tohumların dal budak salmasını ve hatta meyveye durmasını arzu eder ve var güçleriyle bunun takipçisi olurlar. Hulâsa Sâmi Efendi, asırlar içinde nâdiren gelen böyle bir mürebbi ve mükemmil bir mürşid olarak yaşamış ve Allah’ın yardım ve inâyetiyle de muvaffak olmuş bir Hak dostudur. Rabbimizden kendisine rahmetler niyaz ediyoruz.
Dipnotlar: 1) Şeyhli Köyü (İstanbul) sohbet notları. 2) Sâdık Dânâ, Sultânu’l-Ârifîn, sh. 104. Muhterem müellif kendi zamanında vefat etmiş olanlara işaret etmekle iktifa etmiştir. Yoksa onun rahle-i terbiyesinde daha çok sayıda kemâl ehli zevât yetişmiştir. 3) Mustafa Eriş, Mahmud Sami Efendi’den Hatıralar 2, sh. 133. 4) Sultânu’l-ârifîn, sh. 18. 5) Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 124-125. 6) Sultânu’l-ârifîn, sh. 57.