Altınoluk Dergisi, 2011 – Temmuz, Sayı: 305, Sayfa: 026
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Ârifler darlık ve sıkıntı (kabz) hâllerinden daha çok, genişlik ve bolluk (bast) hâllerinden korkarlar. Bast hâlinde iken, edeb sınırlarına riâyet eden kimse pek azdır. Zira nefs, rahatlık ve ferahlık vermesi bakımından, bast halinde iken nefsâniyetini besleyecek hazlar alır. Kabz hâlinde ise böyle bir haz ya da nasip söz konusu olmaz..”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
İbn Atâullâh el-İskenderî -kuddise sirruh-, imtihan yurdu olan dünya âleminde kulun kabz (darlık) ve bast (genişlik) hâllerine takılıp kalmak yerine, onların yaratıcısına yönelmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra1, bu hâller içinde riâyet edilmesi gereken edeplere de dikkat çekerek buyurur ki:
“Ârifler darlık ve sıkıntı (kabz) hâllerinden daha çok, genişlik ve bolluk (bast) hâllerinden korkarlar. Zira bast hâlinde iken, edeb sınırlarına riâyet eden kimse pek azdır. Nefs, rahatlık ve ferahlık vermesi bakımından, bast halinde iken çoğu zaman nefsâniyetini besleyecek hazlar alır. Kabz hâlinde ise nefs için böyle bir haz ya da nasip söz konusu olmaz..”
İbn Atâullâh -kuddise sirruh- kabz ve bast hâllerinde edebe riâyet etmek için irfândan nasip almak gerektiğine işâretle söze “ârifler” diye başlar. Ârif, nefsini ve Rabbini tanıyan kişi demektir. Nefsin hilelerinden haberi olmayan, ilâhî tecelli ve tasarrufları sezemeyen, şekle takılıp da mânâdan ve hikmetten nasipsiz kalan kimseler, zâhiren birçok mâlumât sahibi olsalar da Hakk’a ve halka karşı gösterilmesi gereken ince edeblerden çoğu zaman habersizdirler. Kişi irfânı nispetinde edebe dikkat eder. Edebten mahrumiyet, esasen irfândan nasipsizliğin de bir işâreti sayılır.
İçinde bulunduğumuz “kabz” ya da “bast” gibi her bir hâlin, elbette kuşanılması gereken hususi bir edebi vardır. Biz bu yazıda söz konusu edeplerin neler olduğunu, önce Kur’ân-ı Kerim çerçevesinde kısaca ele alacak, sonra da gönül gözlerine irfân sürmesi çekilen Hak dostlarının konuyla ilgili tespit ve işâretlerine yer vereceğiz
Îmân, islâm ve ihsân kıvamında yeterince terbiye ve tezkiye görmemiş ham bir insanın bast ve kabz hâlinde ortaya koyduğu gâfil tavra Kur’ân-ı Kerim şöyle işâret eder:
“…İnsan, ne zaman Rabbi onu imtihaan edib de kendisine (lütf-ü) kerem(iyle muamele) eder, ona ni’metler verirse «Rabbim beni şerefli kıldı» der! Fakat ne vakit da onu deneyerek üzerine rızkını daraltırsa şimdi de «Rabbim bana ihânet etdi, önemsizleştirdi» der!” (el-Fecr, 15-16)
Dikkat edilirse bast halinde iken, imtihan edildiğini unutup kendisine ikram edilen nimetle sevinen ve bu nimetler sayesinde kendisine şeref nispet eden gafil bir kula işâret edilirken, kabz hâlinde de yine imtihan sırrını görmezden gelen ve Rabbine karşı sû-i zan besleyen bir başka gâfil insanın durumuna dikkat çekilmektedir.
Her iki hâlde de edebe riâyet zor olmakla birlikte, Hak dostları bast hâlinde edebi korumanın daha zor olduğunu beyan etmişlerdir. Zira insan böyle durumlarda nimete şükür ve nimet vereni görmek yerine, çoğu zaman kendi nefsini öne çıkarır ve nihâyet şımarır ve azgınlaşır.
Halbuki ilâhî ihsan ve ikrâmlar karşısında şımarmadan ve kendisine de herhangi bir fazilet nispet etmeden şu hâlet-i rûhiye içinde nimeti karşılamak gerekir:
“Bu, Rabbimin lutfundandır. (Rabbim kendisine) şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor.” (en-Neml, 40)
Medîne-i Münevvere’de mücâvir Sudan’lı Tayfur Efendi’nin, çok sevdiği merhûm üstadı Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Topbaş Efendi Hazretleri hakkındaki şu ince tespiti, gerçekten ârifâne bir tespittir:
“Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, kendisine sevinçli bir haber verildiği zaman, önce “Elhamdülillâh” der, sonra da “Estağfirullah” diyerek istiğfâr ederdi.”
Ne ince bir Kur’an edebi! Nitekim Yüce Rabbimiz, bu edebi, habibinin şahsında tüm insanlığa müstakil bir sûre olarak şöyle öğretmiştir:
“Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’na istiğfar et!. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Nimet karşısında bast hâlinde iken Allah’a hamdetmek gerektiği anlaşılabilir; fakat istiğfâr etmenin hikmeti ne olabilir? İşte bunun hikmetini de Muhyiddin İbn Arabî –kuddise sirruh-’un istiğfâr hakkındaki şu tespitlerinde görmek mümkündür:
“İstiğfar ettiğin zaman, Allah’tan seni günahtan perdelemesini yani ondan uzaklaştırmasını iste. Zaten mağfiret demek, örtülmeyi yani mestur kalmayı istemek demektir. Bunu iste ki, mâsum ya da mahfûz olasın. Yani ilâhî sıyânete girip korunmuş olasın. İşlediğin bir günah sebebiyle istiğfâr ediyorsan, o günahın cezasından korunmayı istemiş olursun. Geleceğe dair istiğfar ediyorsan, bunun mânası da gelecekte günaha düşmemek için Rabbinin seni korumasını istiyorsun demektir. Allah Teâlâ Resül-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimize hitaben:
“…Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlamak için.” (el-Fetih, 2) buyurmaktadır. Buradaki “bağışlamak” (mağfiret) ifadesi şu anlamdadır: Geçmiş günahlarından dolayı seni muaheze etmez. Gelecekte de sana günah isabet etmez. Yani seni günah işlemekten muhafaza eder.”2
Anlaşılan odur ki, imtihân sırrını unutmadan, nimetler karşısında hamd ve şükür duyguları içinde bulunmak, nimetin devamı ve hatta artışına vesile olacak önemli bir edeb olduğu gibi, nimetin sebep olabileceği tehlikelere karşı istiğfâra sarılmak da, bast hâlinde dikkat edilmesi gereken diğer bir önemli edebtir.
Kabz hâlinde edeb ise, itmi’nân ve sükûnu bozmadan “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” idrâk ve şuuru içinde, Hâlık’ı mahlûkuna şikâyet etmeden, sabr-ı cemîl içinde olabilmektir. Darlıklar ve zorluklar, çoğu zaman îmanlı gönülleri Hakk’a yönlendirir, tazarru ve niyaz dolu anları çoğaltır. Bu yönüyle bast hâline kıyasla kul için tehlikesi daha az gibidir. Ancak yine de unutmamak gerekir ki, insan zayıf yaratılmıştır. Kuvvetli îmân ve îkâna, hâl ve irfâna sahip değilse, zaman içinde sızlanmaya ve hatta isyana yönelebilir. Bu bakımdan her hâl içinde Hakk’a yönelmeyi kalbimizin sanatı hâline getirmeye gayret etmekle birlikte, kabz hâlinin kalkması için de ilâhî rahmete sığınmayı asla ihmâl etmemelidir. Bu gibi durumlarda Allah Resûlünün öğrettiği şu duaya sarılmalıdır:
“Allahım! Ben senin kulunum. Senin kulların olan ana ve babanın bir evladıyım. Nâsiyem (perçemim) senin elindedir. Benim üzerimde ancak senin hükmün cereyan eder. Biliyorum ki benim hakkımda verdiğin hüküm, adâletin ta kendisidir. Rabbim, kullarından herhangi birine öğrettiğin veya kitâbında indirdiğin ya da bilgisini kendinde gizlediğin her bir güzel ismin hürmetine senden niyâzım şudur ki: Kur’an’ı, gönlümün neşesi, sadrımın nûru, hüzün ve kederimin çaresi eyle.”3
(Not: Geçen ay yayınlanan yazımızdaki salevât-ı şerifenin okunuşunda hareke hatası yapılmıştır. Doğrusu şöyle olacaktır: Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin tıbbi’l-kulûbi ve devâihâ ve âfiyeti’l-ebdâni ve şifâihâ ve nûri’l-ebsâri ve dıyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.)
Dipnotlar: 1) Bkz. Adem Ergül, “Bu da Geçer Yâ Hû”, Altınoluk Haziran 2011. 2) Bkz. Muhyiddin İbn Arabî, el-Vesâyâ (el-Futuhâtü’l-Mekkiyye’nin son bölümü ayrı basım), Dâru’l-îmân, Beyrut 1988, sh. 151. 3) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 391, 452.