Adem Ergül

Hakk’a Nazar Kıl Nefse Değil

Altınoluk Dergisi, 2011 – Ocak, Sayı: 299, Sayfa: 038

bn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:

“Gâflet ehli, sabah olunca ya da bir işe başlayınca, kendi kendine ne yapacağına bakar; gerçek akıllı ve ârif kimse ise Allah’ın kendisine o gün nasıl bir tecellide bulunacağına nazar eder.”

 el-Hikemü’l-atâiyye’den

İnsanın sahip olduğu basîret, bilgi ve irfân, onun hem zâhirî fiil ve davranışlarında ve hem de batınî/kalbî amellerinde belirleyici bir husûsiyete sahiptir. Hatta insanın en önemli ayırıcı vasıflarından olan akletme ve idrâk özelliği bile, ancak basîret, ilim ve irfân sayesinde gerçek fonksiyonunu icrâ edebilir. Aksi halde nefsânî hazlar ve menfaatler, aklı esir alıp kendilerine hizmetkâr kılabilirler. Böyle bir durumda, akıl doğruyu bulamayacağından sahibini de gaflete doğru sürükleyebilecektir. Gâfillerle, gönlü uyanık kimselerin hiçbir konuda aynı olmayacağı da âşikârdır. İşte bu iki sınıfın hâllerinde ortaya çıkan inceliklerden birisine, İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- şu hikmetiyle dikkat çeker:

“Gâflet ehli, sabah olunca ya da bir işe başlayınca, kendi kendine ne yapacağına bakar; akıllı ve ârif kimse ise Allah’ın kendisine o gün nasıl bir tecellide bulunacağına nazar eder.”

“Gafil, diliyle Allah’ı çok zikretse bile Allah’ı tanımayan kişidir. Ârif ise dille yaptığı zikir az da olsa, Hakk’ı tanıyan kimsedir. Gâfil, nefsinde varlık vehmeden, uzayıp giden emellere sahip kimsedir ki, sabaha çıkınca kendi nefsiyle neler yapabileceğini düşünür ve ona göre planlamalar yapar. Aklı ve hisleri ön plandadır, yaptığı işi görür ve çoğu zaman kendi güç ve kudretine, imkânlarına güvenip dayanır. İlâhî takdir, onun sağlamca yaptığını düşündüğü planları altüst edip de emellerini tuz-buz edince de kızar, sinirlenir, strese girer, üzülür ve ümitsizlik girdabına kapılır. İç dünyasında Rabbiyle didişmeye ve çekişmeye başlar ve nihâyet edebini bozar. Bunun neticesinde de Allah’tan uzaklaşma cezasını hak eder. İç âleminde yalnızlığın ve ilâhî yakınlıktan kovulmanın acısı içinde kıvranır da kıvranır.

Âriflerin gönüllerinde ise Yüce Rabbin azamet ve kudreti tam bir şekilde yer ettiği için, onlar bütün benlikleriyle O’na yönelirler ve bu sayede nice irfân güneşleri onların kalplerinde doğmaya başlar. Onların nazarında bütün âlem dürülür de kendi nefislerini bile göremez olurlar. Allah’tan başkasıyla karar kılamazlar. Bütün tasarrufları, yapıp ettikleri şeyler, Allah ile, Allah’tan ve Allah’a doğrudur. Yani O’nun yardım ve inâyetiyle iş yaptıklarının farkında olarak, Hak’tan gelen ilâhî ahkâma tam bir teslimiyet göstererek gereğini yerine getirmeye çalışırlar ve yine yalnız Allah için yaşar ve yalnız O’nun rızasını gözetirler. Bu hâlleriyle onlar, nefislerinden fânî olmuşlardır. Artık bu makamda, kendi nefislerinde güç ve kudret vehmetmekten uzaklaşmışlar ve bir iş yapmak ya da yapmamak şeklinde bile olsa, bu muvaffakiyeti kendilerine nispet etmemişlerdir. Güne başlarken ya da herhangi bir işi yapmaya niyetlenirken, kendilerinin neler yapacağından çok, Allah’ın kendileri hakkında ne tür tecellî ve tasarruflarının olacağına nazar ederler. Neticede de O’ndan ne gelirse, büyük bir teslîmiyet, gönül huzuru ve muhabbetle kabul edip gereği ne ise onu yapmaya çalışırlar.”1

İbn Atâullâh –kuddise sirruh- yukarıda zikri geçen hikmetiyle, insanın bir iş için plan ve program yapmasının yanlış olduğunu değil, bu plan ve program yapılırken, ilâhî irâdeyi nazar-ı itibâra almamanın bir gaflet nişânı olduğunu beyan etmektedir. Her şeyin, kendi gücü, imkânı ve iktidârı ile gerçekleştiğine inanmak, esasen aklın doğru bir şekilde çalışmadığının da açık bir göstergesidir.

Bunun için denilmiştir ki: “Bir iş başlangıcında insanın gönlüne gelen ilk duygu, onun tevhiddeki seviyesini gösterir.” Yani o işe başlarken kendi güç, kudret ve imkânlarından sıyrılıp, Yüce Yaratıcının güç ve kudretini yüreğinde hissedebiliyorsa, bu onun tevhiddeki derecesini gösteren iyi bir işârettir. Gafil kimsenin kalbine ilk gelen şey, genellikle yapıp edeceği şeyleri kendi nefsine nispet ederek: “Bugün neler yapmalıyım?” duygusudur. O kendi nefsinin yönetimini kendi nefsine nispet eder ve Mevlâsını unutur. Bu hâl, onun Allah’tan gaflet üzere oluşunun bir işâretidir. Bu düşüncede olan birisini Allah kendi nefsiyle baş başa bırakır.

Hakk’ı tanıyan ârif bir kimsenin ilk hatırına gelen ise, bütün tasarrufları Allah’a nispet ederek: “Acaba Rabbim bugün bana nasıl muamelede bulunacak ve ne tür tecellilere mazhar olacağım?” duygusudur. O bu hâliyle, nefsine değil Mevlâsına ve O’ndan gelene nazar etmiş olmaktadır. Bu durum onun akıllı ve uyanık olduğunun güzel bir işâretidir. Böyle bir kula Cenâb-ı Hakk kâfîdir. Hedeflerini gerçekleştirmede de O’na en güzel yardımcıdır. Diğer bütün faydasız ve boş meşgûliyetleri Yüce Allah ondan uzaklaştırır. Onu hoşnut edecek ve kendisine göz aydınlığı olacak amellere onu muvaffak kılar. Ona râzı olduğu mânevî hâller lutfeder2.

Güne ya da bir işe başlarken gönülde taşınması gereken bu edebe hemen hemen bütün Hak dostları dikkat çekmişlerdir. Nitekim son dönemin büyük mürşidlerinden Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendi –kuddise sirruh- da bir yakınına yaptığı tavsiyede şunları ifâde etmiştir:

“Sabahleyin kalkınca ilk işiniz abdest almak olsun!.. Sonra da «İlâhî, ente maksûdî ve rızâke matlûbî: Allâhım, sen benim tek gâyem ve senin rızâna ulaşmak da benim yegâne isteğimdir!..» duâsını yapın. Böyle yaparsanız akşama kadar yaptığınız bütün işlere bu duânın bereketi gelir ve hepsi de biiznillâh O’nun rızâsına muvâfık olur!..”

Kullukta bütün ümmetine en güzel örnek olan Fahr-i Kâinât –sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz de dualarında bu sırrın üzerinde hassasiyetle dururlar ve Yüce Rabbe şöyle dua ederlerdi:

“Allahım! Sabaha çıktığım şu vakitte, kendim için fayda ve zarar verme gücüne sahip olmadığım gibi, ölüm, hayat ve diriliş gibi hususlar da benim elimde değil. Senin verdiğinin dışında hiçbir şey almaya kudretim yok. Senin koruman dışında korunma imkânına da sahip değilim. Allahım! Sana taat yolunda söz ve amel bakımından sevip râzı olduğun hususlarda beni muvaffak kıl! Zira karşılıksız bol bol ikrâmda bulunan ancak Sensin!”

Kendinde sınırsız bir gücün varlığına inanan günümüz insanı, bu inancıyla çoğu zaman nefsinin putperesti hâline gelirken, gücü Allah’a nispet edip O’nunla en büyük güce erişen mü’min insan ise tevhidin hakikatine doğru yükselen bir insan-ı kâmil olmuştur.

Dipnotlar

1 Bkz. Ahmed b. Muhammed Acîbe, Îkâzu’l-himem fî şerhi’l-hikem, 272-274.  2 Muhammed b. İbrâhim b. Abbâd er-Randî,  -mevâhibi’l-aliyye şerhi’l-hikemi’l-Atâiyye, II, 321-327.