Adem Ergül

Hakk’ın Kuluna Yüce İhsânı: Teslîmiyet

Altınoluk Dergisi, 2011 – Mayıs, Sayı: 303, Sayfa: 040

İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:

“Allah Teâlâ, seni zâhirde emrine boyun eğen bir kul, bâtın ve gönül âleminde ise kuvvet ve kahrına tam teslim olan bir mü’min olarak mânen rızıklandırdığı an, sana lütuf ve ihsânın en büyüğünü vermiş demektir.”

 el-Hikemü’l-atâiyye’den

Yüce Rabbimizin kullarına olan nimetleri, hududu olmayan nihâyetsiz bir ummandır. Hangi nimet olursa olsun, Hakk’ın kullarına bir ihsânı olması sebebiyle, esasen büyük nimettir. Bu itibarla herhangi bir nimeti “küçük” diye nitelemek, kulluk edebine aykırı olduğu gibi nimete şükür duygusuyla da bağdaşamaz. Bütün nimetler büyük olmakla birlikte, bazı nimetlerin daha büyük olduğu da bir hakikattir. İbn Atâullah -kuddise sirruh-, yukarıya aldığımız hikmetinde mü’min bir kula lütfedilen en büyük ve en yüce nimete işâret eder:

İnsanın Allah’a yönelik en temel vazifesi “kulluk”tur. Kulluğun tabiî bir gereği ise hiç şüphesiz teslîmiyettir. Teslimiyet, zahirî tezahürler gerektirse de hakikatte kalb merkezli bir kavramdır. Hatta teslimiyet, kalben benimsenmemiş ise Hak katında değersizdir. Nitekim şeklen teslim olduğunu ifade edenlerin Hak katında mümin sayılmayacakları Kur’ân’da açıkça beyan edilmiştir. (Hucurât, 14)

Esasesen teslîmiyet, Allah tarafından haber verilen konulara ilişkin şüphelerden, emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlâsla bağdaşmayan isteklerden ve ilâhî takdîre ve şer-i şerife itiraz illetinden kurtulmak demektir. Zira teslîmiyet, çekişme ve didişmenin zıddıdır. Bu itibarla denilebilir ki, teslimiyet gerçeği, ancak itmi’nân derecesinde bir güven duygusu sayesinde gerçekleşebilir. Gönlün itmi’nânı ise ancak mârifetullah yani Allah’ı tanımakla mümkündür. Dolayısıyla kulun Hakk’a teslîmiyetinin derecesi, Allah “hakkındaki bilgi (mârifetullah) ve imanının derecesiyle doğru orantılıdır.

Kur’an-ı Kerim’de teslimiyet kavramı, umumiyetle, kişinin kendisini bilerek ve içtenlikle Allah’ın irâdesine teslim etmesi anlamında kullanılmıştır. Buradan hareketle denilebilir ki Müslüman, Hakk’a ve O’ndan gelene teslim olan kimsedir. Hakk’a teslim olmak ise mâsivâ esaretinden kurtulmaktır. Kur’an’da tavsif edilen gerçek kulluk da bu olmalıdır. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“… Her kim ihsan duygusu içinde (muhsin olarak) varlığını Allah’a teslim ederse, bir insanın sarılabileceği en sağlam kulpa sarılmış olur.” (Lokman, 22)

“İlahınız bir tek ilahtır. Yalnız O’na teslim olun…” (el-Hacc, 34)

“…Ancak teslim olmuş (müslüman) kimseler olarak can vermeye çalışın” (Âl-i İmrân, 102)

“(Rabbimiz) canımızı sana teslim olmuş kimseler olarak al.” (el-A’râf, 126)

Bu ve benzeri âyetler değerlendirildiğinde denilebilir ki, teslîmiyet, Allah katında makbûl ve râzı olunan dînin özünü oluşturur.

İşte İbn Atâullâh -kuddise sirruh- bu ulvî nimetin Hakk’ın kuluna büyük bir ihsânı olduğuna dikkat çekerek bunun da iki yönünün olduğunu ifâde eder:

Birincisi, zâhirimizin yani dış görünüş ve davranışlarımızın ilâhî ahkâma bağlılığıdır. Allah’a îmân ve teslimiyet, sadece söz değildir. Niyet ve temenniden de ibâret değildir. İlâhî ahkâmın bünyemizde ve hayatımızın her alanında yaşanılır olmasıdır. Gerek ferdî ve gerekse toplum hayatının her alanında Hakk’ın irâdesinin gerçekleştirilmesidir. Diğer bir ifâdeyle şer-i şerif, hayat tarzımızı belirleyen yegane ölçü olmak durumundadır. Bu keyfiyet, kul olmanın dıştan görünüşü, delili ve ispatıdır. Kendi nefsânî arzularını ya da daha başka ölçüleri ilâhî ahkâma tercih yaklaşımı, Allah’a kulluk duruşuyla asla bağdaşmayan bir yaklaşımdır. Bir kulun zâhiri davranış ve tutumları, Hakk’ın ahkâmına teslimiyetle süslenmişse, bu dış kemâlâttır ve arınmışlıktır.

Teslimiyetin ikinci boyutu ise kalbe bakan yönüdür. Burada da, Allah Teâlâ’nın dînî ve kevnî ahkâmına gönül rızâsı ile ve hatta muhabbet ve şevkle baş eğmektir. Nitekim Allah ve Resûlünün emir ve hükümlerine karşı nasıl bir teslimiyet gerektiği âyet-i kerimede şöyle beyan edilir:

“Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda (ey Resûlüm) seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslîmiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 65)

Teslimiyetin gönle bakan bir başka vechesi de kevnî ahkâma teslîmiyettir. Teslimiyetin bu kıvamı, ince ve zor bir geçittir. Zira bu, kazaya rızâ gösterme meselesidir. Nitekim birçok kimsenin bu noktada ayakları kaymıştır. Meselenin özü şudur: Engellenmesine güç yetirilemeyen ve karşı konulması emredilmeyen her nevi musibet ve tasarruflar karşısında Allah’a zâhiren ve bâtınen tam bir teslîmiyet göstermek, Kur’ân ve sünnette methedilmiştir. Nitekim başa gelen musibetler karşısında sabırla teslîmiyet gösterenler Kur’ân tarafından şöyle müjdelenmiştir:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler ki kendilerine bir belâ geldiği zaman, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve muhakkak O’na döneceğiz” derler. İşte Rablerinîn nimetleri ve lütfü onlar içindir ve doğru yol üzerinde bulunanlar da onlardır.” (el-Bakara, 154-156)

“Hoştur bana Senden gelen ya gonca gül yahut diken” anlayışı ve inancı, yakînî bir îmân ve engin bir irfânın meyvesidir. Bu ise kulun yalnız kendi irâde ve gayretiyle erişebileceği bir netice değildir. Aynı zamanda Hakk’ın hidâyet, sekînet, rahmet ve ihsânına bağlı olan bir nimet-i uzmâdır.

Zâhirin teslimiyeti, kalbin teslimiyeti ile taçlanınca, tam bir insân-ı kâmil ve mü’min-i sâdık ortaya çıkar. İşte kuldan beklenen kemâl hâli de budur. Dışında islâm, özünde teslimiyet olan bu mü’minlerin kalbi, kalb-i selîm, hâli, sırat-ı müstakîmdir.

Diğer taraftan teslîmiyet, ızdırârî ve ihtiyarî olmak üzere iki şekilde değerlendirilebilir. İlâhî ahkâmı içi sızlayarak kabullenen kimsenin teslîmiyeti, bir anlamda ızdırârîdir. Buna karşılık teşrîî olsun tekvînî olsun, Allah’tan gelen her şeyi severek kabullenen kimsenin teslimiyeti ise ihtiyarîdir. Teslimiyetin bu ikinci kısmını “kulun Allah’tan râzı (hoşnud) olması” diye de ifade etmek mümkündür. Îmânın tadı da ancak böyle tadılır. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve Peygamber olarak Muhammed’den râzı olan kimse, imanın tadını tatmış demektir.” (Müslim, iman, 56)