Altınoluk Dergisi, 2010 – Haziran, Sayı: 292, Sayfa: 043
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Her sorulana cevap veren, her gördüğünü söyleyen ve her bildiğini dile getirmeyi itiyat haline getiren birini görürsen, onun câhil biri olduğuna hükmedebilirsin”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
İlim yüce bir rütbedir. Hem de rütbelerin en yücesi. Onun şerefini hem Kur’ân-ı Kerim hem de Habib-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz tespit ve tescil buyurmuşlardır. Kimde ilimden bir nasip varsa, bu izzetten pay sahibi olmuştur. Fakat burada ince bir husus vardır ki, o da her bilenin âlim olmadığı gerçeğidir. Hak ve hakikat bilgisi diyebileceğimiz ilim, sahibine faydası dokunan, onun özüne kalite yükleyen ve şahsiyeti geliştiren bir iksirdir. Bu itibarla her mâlumat sahibi âlim değildir.
İlmin kişiye kattığı itibar ve şereften nasiplenme arzusu, esasen tabiî ve güzel bir arzudur. Ancak her hususta olduğu gibi bunun da bir usûlü, üslûbu ve nişânı olmalıdır. Tarih boyunca her bir hakikatin, hem aslı hem de taklitleri var olagelmiştir. İlmin ve âlimin de hem hakikileri hem de sahte temsilcileri zuhûr etmiştir. İşte İbn Atâullâh el-iskenderî –kuddise sirruh- âlim sûretinde görülen câhilleri ele verecek üç önemli alâmete şöyle dikkat çeker:
“Her sorulana cevap veren, her gördüğünü söyleyen ve her bildiğini dile getirmeyi itiyat haline getiren birini görürsen, onun câhil biri olduğuna hükmedebilirsin”
İnsan, “kendisine ilimden çok az bir nasip verilen”1 ve “cehâleti daha çok olan”2 zayıf ve âciz bir varlıktır3. Buna rağmen zaman zaman bu az ilmini çok görüp şımarmıştır. Her şeyi bilen bir bilge gibi kendini takdim edip durmuştur. Esasen bu durum onun cehâletini ele veren önemli bir nişânedir.
İnsanın bilmediklerine nispetle bildikleri çok sınırlıdır ve hatta yok hükmündedir. Bu itibarla gerçek âlimler, dâima tevâzu ve hiçlik libâsına bürünegelmişlerdir. Nitekim Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Allâh’ın kendi katından ilim öğrettiği bir kul olan Hızır –aleyhisselâm-’ın, Mûsâ –aleyhisselâm-‘a hitâben söylediği şu söz, bu büyük hakikati ne güzel ifâde eder: “Ey Mûsâ! Allah bana bir ilim vermiştir ki onu sana vermemiştir. Sana verdiğini de bana lütfetmemiştir”4
Bilgi diye sığındığımız ve hatta iftihar ettiğimiz nice mâlumât vardır ki, onların birçoğu da zandan ibârettir. Hâlbuki zan/kanaat, ilim nâmına hiçbir şey ifâde etmez5. Durum böyle olunca, sorulan her soruya cevap yetiştirmeye çalışmak, her meselede “ben biliyorum” edâsı ve tavrı içine girmek, ne büyük bir cehâlettir. Rivâyete göre İmâm Mâlik –rahmetullâhi aleyh- kendisine sorulan otuz beş sorudan otuz ikisine “Bilmiyorum” cevabını vermiştir. İşte bu büyük bir ilim vakarıdır. İnsanın bilmediği bir konuda biliyor edâsına girmesi, tehlikeli bir cür’et ve ağır bir mesûliyettir. Kendine itibar sağlama adına muhatabı yanıltmak ve eksik bilgisiyle onu yönlendirmeye kalkışmak, nasıl bir vebâl yüklendiğinin farkında olmamaktır ki, bundan büyük cehâlet olmaz.
Hemen her meselede “Bana göre şöyle” diyerek söze başlayan birçok insanın düştüğü bu cehâlet çukuru, nicelerinin itibarını sıfırlamış ve güvenilemez konuma düşürmüştür. Hâlbuki gerçek âlimler, kendisine sorulan bir meselede delillere dayalı kesin bir bilgiye sahip iseler cevap vermişler, aksi halde susmayı ve ehline havale etmeyi ya da araştırdıktan sonra cevap vermeyi âdet edinmişlerdir. Verdikleri cevaptan sonra da konunun daha farklı cevaplarının olabileceğine işâretle, “En doğrusunu Allah bilir” demeyi de ihmâl etmemişlerdir. Hatta yanlış ya da eksik cevapladıklarını fark ettikleri zaman da hatadan dönme faziletini büyük bir olgunlukla göstermişlerdir.
Zâhirî ilimlerde gösterilmesi gereken bu edep, batınî ilimlerde ve manevî eğitim (seyr u sülûk) meselelerinde daha büyük bir ehemmiyeti haizdir. Bilmediği konularda, muhatabın gözünde ve gönlünde küçük düşme endişesiyle biliyormuş gibi davranmak, ne büyük bir manevî cürümdür. Kendisine hüsn-i zan besleyen kimseleri kendi hevâsına kurban etmek ve onların gönüllerini kendi zanlarıyla doldurmak ve bu sûretle hem onları hem de kendisini helâk etmeyi göze almak, ne büyük bir hüsrândır. Bundan daha büyük bir cehâlet düşünülebilir mi? Allah’tan korkan mürşidler ve nasihatçiler bilmedikleri konularda susmayı şiâr edinirler ve öğrenelim size de aktaralım tevazusunu gösterme edebinde bulunurlar. Bu tavır, onlara zillet değil izzet kazandırır.
Bilgi meselesinde olduğu gibi her gördüğünü söyleyen kimseler de hafif meşep şahıslardır. Allah sırlarını bu nevi insanlara tevdi etmez. Bu sebeple manevî hâller, müşâhedeler ve makamlar hakkında ehl-i irfân buyurmuşlardır ki “Bilen söylemez, söyleyen bilmez.” Bu edebe riâyet ettikleri içindir ki, onların gönülleri esrâr-ı ilâhiyyenin kabirleri mevkiindedir.
Gördüğü bir rüyayı, kendisine açılan küçük bir keşfi ya da irfânî bir hakikati çok büyük görerek, hemen herkesin yanında onları dile getirmeye çalışmak, ârifliğin değil, ham ve kaba softa oluşun bir işâreti sayılır. Kime neyi, ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmemek, hem akıl kıtlığının, hem firâset yokluğunun, hem de irfân eksikliğinin bir alâmetidir. Tahdis-i nimet kabilinden diyerek üzerindeki ikrâm-ı ilâhîyi şükür niyetiyle değil de, nefsine saygı ve itibarı artırmak düşüncesiyle dile getirmek, nimetin kadrini bilmeme cehâletidir. Böylelerine bu nevi nimetler bir daha verilmez ve hatta verilen bile geri alınır.
Hem unutmamak gerekir ki, her bir hâdisenin bir zâhiri bir de batınî yönü mevcuttur. Gördüğünü hakikat zanneden ve onu söze dökmeyi marifet sayan niceleri vardır ki, gözüne ve gönlüne irfan sürmesi çekilen kimseler nazarında ehl-i zâhir sayılırlar ve mahrem-i esrâr olarak görülmezler. Böyle olunca da satıhta kalmaya mahkûm edilirler. İşte bu sebepledir ki, maneviyâtta sözden çok sukûta ehemmiyet verilir ve sukût ehlinin gerçek hâl sahibi olabileceğine işâret edilir.
Son olarak şunu ifade edelim ki, sahip olduğu mâlûmâtı her fırsatta göstermek adına ortaya atılan kimseler, dağarcığı küçük ve hazmetme istidâdı zayıf olanlardır. Böylelerinin terakkî ve inkişâftan nasipleri azdır. İlme ve irfâna karşı doygunluk hissi taşıdıklarından, daha fazlasını elde etme adına gönüllerinde yeni yeni niyeter ve irâdeler oluşmaz. Bu yönüyle de cehâlete râzı olmuş kimselerdir.
Hülâsa insan, sınırlı bilgisiyle her şeyi kuşatamayacağı idrâki içinde, meleklerin kuşandığı edeple kendini tezyin etmeli ve onlar gibi daima: “Seni tesbih ederiz (Rabbimiz!) Senin bize bildirdiğinden başka hiç bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin”6 diyebilmelidir.
Dipnotlar: 1) İsrâ Sûresi, 85. 2) Ahzâb Sûresi, 72. 3) Nisâ Sûresi, 28. 4) bk. Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân (Sûretu’l-Kehf), 2. 5) Yûnus Sûresi, 36. 6) el-Bakara 2/32.