Altınoluk Dergisi, 2012 – Haziran, Sayı: 316, Sayfa: 006
Dünya hayatına “Dâru’l-imtihân” (imtihan yurdu) denilmiştir. Zira hayatın hemen her alanında çeşit çeşit ilâhî sınavlar söz konusudur. Bunlar, bir anlamda kulluk kalitesini ortaya çıkaran sınavlardır. Başarı ya da başarısızlık, kişinin ebedî hayatta saâdetine ya da felâketine sebep olacaktır. İş ciddidir ve kimsenin bu imtihanlardan muaf tutulması da söz konusu değildir. Herkesin imtihan sorusu da kişiye özeldir. İmkân ya da imkânsızlık adına kime ne verilmiş ise imtihan alanı da onunla sınırlıdır. Para ile sınava tabi tutulmak, diğer bir ifadeyle varlıkla denenmek, zor sınavlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususla ilgili çok sayıda âyetten bahsetmek mümkündür. Ancak biz bu yazıda, Rabbimizin tablolar hâlinde bize sunduğu ibretlik bazı kıssaları ele alacak ve verilmek istenen temel mesajları anlamaya çalışacağız. Kehf Sûresi’nde şuurlu bir mü’minle, gâfil ve fakat varlıklı bir mü’minin kendi aralarındaki şu konuşmalara yer verilir: “Onlara şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, bağların çevresini hurmalarla donatmış, ikisinin arasına da bir ekinlik koymuştuk. Her iki bağ da meyvelerini vermiş ve ürünlerinden hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. Bu iki bağın arasından bir de nehir fışkırtmıştık. Derken onun büyük bir serveti oldu. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: – «Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da senden daha üstünüm.» Derken kendine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: – «Bunun sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Rabbime döndürülsem bile andolsun bundan daha iyi bir sonuç bulurum.» Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: – «Seni önce topraktan, sonra bir damla döl suyundan yaratan, daha sonra da sana (eksiksiz) bir insan şekli veren Allah’ı inkâr mı ediyorsun? Fakat O Allah, benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğinde ‘Mâşaallah! (Allah ne dilerse o olur. O’nun iradesi olmadan hiçbir şey var olamaz) Güç ve kudret yalnız Allah’ındır deseydin ya!. Eğer benim malımı ve çocuklarımı kendininkilerden daha az görüyorsan, belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verir. Seninkinin üzerine de gökten bir afet indirir de bağ kupkuru ve yalçın bir toprak hâline geliverir. Ya da suyu çekiliverir de (bırak bir daha bulmayı) artık onu arayamazsın bile.» Derken bütün serveti helâk edildi. (Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini oğuşturuyor ve şöyle diyordu: − “Keşke Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmasaydım.” Onun, Allah’tan başka kendisine yardım edebilecek kimseleri yoktu. Kendi kendini kurtaracak güçte de değildi. İşte bu durumda velayet (himaye ve koruyuculuk) yalnızca hak olan Allah’a mahsustur. O’nun mükâfatı da daha hayırlıdır, vereceği sonuç da daha hayırlıdır.” (Kehf Sûresi, 32-44) Bu tabloda verilmek istenen temel mesaj, insanın nimeti Hak’tan bilmemesi, gücü ve kudreti Allah’a değil de kendine nispet etmesi neticesinde, hem imtihanı kaybetmesi ve hem de nankörlüğünün tabiî bir sonucu olarak, nimetlerden mahrum kalması gerçeğidir. Dikkat edilirse bu durum, en büyük günah olan “şirke düşmek” (Allah’a ortak koşmak) olarak ifade edilmiştir. Nitekim Kur’ân’da, kazandığı mülkü kendi ilmine bağlayan Kârun da aynı şekilde kınanmış ve sonuçta yerin dibine batırıldığı beyan edilmiştir1. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan bir başka tablo da, varlığını kendine hasredip onu fakir-fukara ile paylaşmaktan kaçınan, cimri ve güya akıllı ve kurnaz geçinen kimselerle ilgilidir: “Şüphesiz biz, vaktiyle “bahçe sahipleri”ne belâ verdiğimiz gibi, onlara (Mekkeli inkârcılara) da belâ verdik. Hani o bahçe sahipleri, sabah erkenden (fakirler gelmeden) bahçenin ürünlerini devşirmeye yemin etmişlerdi. (Bunu tasarlarken) istisna da yapmıyorlardı. (“İnşaallah” demiyorlardı.) Nihayet onlar uykuda iken Rabbinden bir afet (ateş) bahçeyi sardı. Böylece bahçe, (anızı) yakılmış toprağa döndü. Derken, sabahleyin birbirlerine, – «Haydi, eğer ürününüzü devşirecekseniz erkenden gidin» diye seslendiler. Ve sonra da: – «Sakın, bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın» diye fısıldaşarak yola koyuldular. (Yoksullara yardım etmeğe) güçleri yettiği hâlde (böyle söyleyerek) erkenden yola çıktılar. Fakat bahçeyi o hâlde gördüklerinde, – «Biz mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!» dediler. (Gerçeği anlayınca da), – «Hayır, meğer biz mahrum bırakılmışız!» dediler. Onların en akl-ı selim sahibi olanı, – «Ben size ‘Rabbinizi tespih etseydiniz ya! (Nimeti O’nun verdiğinin farkında olarak O’na hamd, zikir ve şükür duyguları içinde bulunun) dememiş miydim?» dedi. Onlar, – «Rabbimizi tesbih ederiz (yüceltiriz). Şüphesiz biz zalim kimseler imişiz» dediler. Bunun üzerine birbirlerini kınamaya başladılar. Şöyle dediler: – «Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz! Umulur ki, Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz artık bütün ümidimizi ancak Rabbimize çeviriyoruz.» İşte böyledir azap! Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; ah bir bilselerdi! (Kalem Sûresi, 17-33) Buradaki mesaj da çok açıktır: Para, mal ve mülk sadece verilene ait değildir. Onun içinde muhtaçların da hakkı vardır. İnfaktan kaçınmak, mala ve mülke bereket vermez; tam aksine onların zayi olmasının önünü açar. Nimeti paylaşmak, varlık sahibinin Hakk’ı zikir ve tesbih etmesinin bir çeşididir. Böyle yapmadığı zaman Kur’an’ın ona yakıştırdığı vasıf zalimliktir. Allah Teâlâ’nın zulmün ve zâlimin hasmı olduğunu da bilmek gerekir. Zâlimler daha dünyada iken azap çekmeye başlayacaklardır. Âhiretteki azap ise elbette daha şiddetli olacaktır.
Para, mal, mülk ve nimetler tatlıdır. Alan değil, veren el olmak da methedilmiştir. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Mal, sâlih bir kimse için ne güzel bir nimettir” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 197,202.) ifadesi her şeyi açıklar mahiyettedir. Yani önemli olan, kişinin sâlih bir kul olabilmesidir. Kur’ân-ı Kerim’de Süleyman -aleyhisselâm- ile ilgili şu âyetler bu hakikati ne güzel beyan eder:
“Dâvûd’a Süleyman’ı bağışladık. O ne güzel bir kuldu! Şüphesiz o, Allah’a çok yönelen bir kimse idi. Hani ona akşamüstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerinde duran çalımlı ve soylu atlar sunulmuştu.
Süleyman (Peygamber o atlara bakarak): «Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim” dedi. Nihayet gözden kaybolup gittikleri zaman , “Onları bana geri getirin” dedi. (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.” (Sâd Sûresi, 30-33)
Bu tablonun verdiği mesajda da, nimetler içinde “Hak katında güzel bir kul” olmanın yolu gösterilmektedir. O da şudur: Nimetler, kişiye Hakk’ı hatırlatmalı ve insan, lütfedilen o nimetlerle daima Allah’a yönelmenin imkân ve fırsatını arayıp bulabilmelidir. Çok kazanmak, arzulanan bir şeydir ve fakat Allah’ın çizdiği sınırlar içinde kalındığı sürece. Çok kazanma hırsı ile helal-haram gözetmeden girişimlerde bulunmak, neticede sahibinin felâketini hazırlar. Bununla ilgili de Kur’ân-ı Kerim’de çok çarpıcı bir tablo sunulur: “(Ey Peygamber!) Onlara (İsrâiloğullarına), deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu bir sor. Hani onlar Cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı2. Zira tatil yaptıkları Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk. Hani onlardan bir topluluk demişti ki: “Siz, Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?” Onlar da, “Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)” demişlerdi. Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca, biz de kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Zulmedenleri yoldan çıkmaları sebebiyle, şiddetli bir azapla yakaladık. Yasaklandıkları şeylerden vazgeçmeye yanaşmayınca da onlara “aşağılık maymunlar olun” dedik.” (A’râf Sûresi, 163-166) Bu âyet-i kerimeden alınacak en önemli derslerden birisi, haram yollarla çok kazanma imkânlarının açılmasını fırsat görme körlüğüdür. Kazanç gibi görünen en büyük kayıp da budur. İnsanı insanlıktan çıkarak zenginlik türü, çoğunlukla bu çeşit zenginliklerdir.
Dipnotlar: 1) Bkz. Kasas Sûresi, 76-83. 2) Mûsâ -aleyhisselâm-’a indirilen ilâhî hükümlerden birisi Cumartesi gününe saygılı olmak ve o günde dünya işlerine ara verip âhiret amelleriyle meşgul olmaktı. Ancak güya kurnaz bazı Yahudiler, o gün önlerine çokça çıkan balıkları avlamak için, kendilerince farklı çözüm yolları bularak bu yasağı delmeye çalışmışlardı. Âyette bu kimselerin yaptıklarının yanlışlığına dikkat çekiliyor.