Altınoluk Dergisi, 2010 – Temmuz, Sayı: 293, Sayfa: 038
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Kim işlediği bir amelin meyvesini (iç huzurunu, halâvet ve manevî lezzetini) daha dünyada iken hissederse, bu durum o âmelin ilâhî huzurda da kabûlüne bir işârettir.”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
Kulluğumuzun tabii bir ifâdesi sayılan amel ve davranışlarımız, Allah katında değer ölçülerimizi belirleyen hususların başında gelir. Bir amelin sâlih oluşunun iki önemli şartı vardır:
1. Niyetin sahih olması. Yani yapılan amelde yalnız Allah rızâsının hedeflenmesi.
2. Şer’i şerife muvâfık/olması. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i nebevîye zâhiren muhâlif olmaması.
Bu iki şart yerine getirilmiş olsa bile, yapılan amelin Hak katında makbûl olup olmadığı hususu, mü’min yürekleri titreten bir mesele olmuştur. Bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa değişik vesilelerle dikkat çekilir. Meselâ Hazret-i İbrâhim ve İsmâil –aleyhimesselâm- bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltirken diğer taraftan da bu amellerinin kabûlü için Rablerine şöyle yalvarırlar:
“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor (ve şöyle yalvarıyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen her şeyi işiten ve bilensin.” (Bakara Sûresi, 127)
Allah’a takdim edilen her amelin kabûle mazhar olamayacağını da Kâbil ve Hâbil’in kurban ibâdetleri nazara verilerek hatırlatılır:
“(Ey Rasûlüm! Ehl-i kitaba) Âdem’in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar, Allah rızasını kazanmak için kurban takdim etmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kâbil) diğerine: “- Seni muhakkak öldüreceğim.” demişti. Kardeşi de ona şöyle cevap vermişti. “Allah, ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder.” (Mâide Sûresi, 27)
Bu hakikate âşinâ olan kulların yaptıkları amellerin takdimi esnâsında nasıl bir gönül kıvamına sahip olmaları gerektiğine de şöyle işâret edilir:
“…Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yaparlar.” (Mü’minûn Sûresi, 60)
İlim ve irfândan nasip almış yüreklerin bu titreyişleri, Rablerini ve nefislerini gerçek anlamda tanımalarının bir neticesidir. Zira yaptıkları amelleri gözlerinde süsleyen nefis ve şeytanın farkındadırlar. Yine Allah Teâlâ’nın nice amellere hiçbir değer vermediğinin de şuurundadırlar. Nitekim şu âyet-i kerime de bu gerçeği haber vermektedir:
“De ki: (Yapdıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar kendilerinin çok iyi şeyler yaptıklarını zanneden ve fakat dünyâ hayatında bütün yaptıkları boşa gitmiş kimselerdir.” (Kehf Sûresi, 103-104)
İşte bütün bu hassasiyetler değerlendirildiğinde, amellerin derdine düşmek, onların ilâhî huzurda kabûle mazhar olup olmadığının endişesini taşımak, akıl sahibi her mü’minin tabiî bir vasfı olmuş oluyor. İbn Atâullâh el-İskenderî -kuddise sirruh- gönüllerdeki bu endişeyi kısmen izâle edici bir pencere açıyor ve buyuruyor ki:
“Kim işlediği bir amelin meyvesini (iç huzurunu, halâvet ve manevî lezzetini) daha dünyada iken hissederse, bu durum o âmelin ilâhî huzurda da kabûlüne bir işârettir.”
Yapılan her amelin bir izdüşümü gönle yansır. Günah bir amel ise gönlü tırmalar. İçte bir huzursuzluk oluşturur. Güzel bir amel ise içte bir huzur ve itmi’nân meydana getirir. Nitekim Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- ile Vâbisa b. Mâ’bed el-Esedî -radıyallâhu anh- arasında geçen şu konuşma bu gerçeği en açık bir şekilde ortaya koyar:
− “Vâbisa! Herhalde iyiliğin (birr) ve günahın (ism) ne olduğunu sormak için geldin öyle mi?” deyince Vâbisa:
− “Evet” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber eliyle göğsüne dokunarak peşpeşe üç kez
− “Ey Vâbisa! Kalbine danış, kalbine…” buyurduktan sonra: “İyilik, kalbini sükünete erdiren ve sana huzur veren şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve seni tereddüde düşürendir. İnsanlar sana fetva verseler de evet fetvâ verseler de (bu böyledir)…” (Dârimî, Buyû, 2)
Amellerin ecri/mükâfatı ya da vizri/cezâsı, esas itibariyle ilâhî huzurda yani âhirette ortaya çıkacaktır. Fakat onların meyveleri -acı ya da tatlı- bu dünyada devşirilmeye başlayacaktır.
Sâlih amellerin dünyevî meyvesi: Taatin lezzeti, münâcâtın (Hakk’a yalvarışın) tadı, kalbin ilâhî murâkabe ile ünsiyeti, rûhun müşâhede ile ferahlaması ve sırrın ilâhî mükâleme yani Rabbânî ilhamlarla huzur bulmasıdır. Bunun da alâmeti, amelleri îfâ ederken büyük bir neşe ve zevkin husûle gelmesi, sâlih amellerde devam ve sebat hâlinin gerçekleşmesi ve o ibadet ve tâat içinde tazarru ve niyaz hâlinin artmasıdır.1
Zikirler, gönlü itmi’nân ve sürûra erdiriyor ve şerh-i sadr denilen gönül genişliğine ulaştırıyorsa; namazlar, insanı fuhşiyât ve günaha karşı koruyorsa; oruçlar takvânın artmasına yani Rabbe karşı kalbî hassasiyetlerin ziyâdeleşmesine vesile oluyorsa; yapılan işler kalbimizde şüphe ve vesvese değil de huzur, zevk ve şevk doğuruyorsa, bütün bu âlâmetler yapılan amellerin ilâhî huzurda kabûl edileceğinin de apaçık nişanlarıdır, denilebilir.
Sâlih amellerini artıran ve hâllerinde manevî terakki kaydeden birini görünce, bu durum o kişinin amellerinin meyvesini aldığına ve dolayısıyla ilâhî huzurda o amellerinin kabûlüne delâlet eder. Her kim de devam ede geldiği ameli terk etmeye başlamış, ya da hallerinde tedennî (aşağı düşme) meydana gelmiş ise bu da onun amellerinin kabul edilmediğine işâret eder.2
Sâlih amel, tertemiz bir hayatın sebebidir. Yeni bir dirilişin vesilesidir. Zihnî, kalbî ve hâlî arınmanın teminâtıdır. Amellerin dünyevî en büyük meyvesi de, işte bu arı duru bir hayattır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikat şöyle beyan edilir:
“Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim sâlih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu tıyp/tertemiz güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl Sûresi, 97)
Netice olarak, boş yorgunluklardan, kabûle mazhar olmayacak amellerden Yüce Rabbe sığınmalı, yapılan her amelin üzerinde titremelidir. Onun daha dünyada iken ikram edilen meyvesine nâil olunmuş ise de hem şükretmeli hem de kabûle mazhar olup korunmasını Yüce Mevlâdan niyaz etmelidir. Nefsin arzularını tatmin eden amellere değil, kalbin onayına sunulmuş ve gönle huzur ilkâ eden sâlih amellere değer vermeli ve bu nevi amelleri hem çoğaltmalı hem de büyük bir sebâtla devam edebilmelidir.
Dipnot: 1) Bkz. Ahmed b. Muhammed el-Acîbe, Îkâzu’l-himem fî şerhı’l-hikem, sh. 190-191. 2) Bkz. Ahmed b. Muhammed el-Acîbe, Îkâzu’l-himem fî şerhı’l-hikem, sh. 191.