Altınoluk Dergisi, 2011 – Eylül, Sayı: 307, Sayfa: 022
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Nefsin hazzı günahta açık ve zâhir, taat ve ibâdette ise gizlidir. Gizli olanın tedâvisi ise daha zordur.”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
Kur’ân-ı Kerim, Yusuf -aleyhisselâm-’ın dilinden nefsin hakikatine şöyle işâret eder:
“Doğrusu, ben (olan bitenler karşısında) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü Rabbimin rahmetine nâîl olup da onun korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).” (Yûsuf Sûresi, 53)
Bu ifâdelerden anlıyoruz ki, ilâhî rahmetten mahrum ve tezkiye sürecinden geçmemiş her bir nefis (nefs-i emmâre), olanca gücüyle sahibine kötülüğü emreder. Onun hileleri saymakla bitmez. Nitekim ehl-i tasavvuf, nefsin hile ve desiselerini konu alan cilt cilt eserler kaleme almışlardır. İrşâdlarının ve sohbetlerinin ana konularından birisi de daima nefsin hâlleri ve hileleri olagelmiştir. Bu hakîm ve âriflerden biri olan İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- da, nefsin nasip aldığı ve âdeta beslendiği iki ana kanala şöyle dikkat çeker:
“Nefsin hazzı günahta açık ve zâhir, taat ve ibâdette ise gizlidir. Gizli olanın tedâvisi ise daha zordur.”
Hz. Mevlânâ: “Nefis üç köşeli bir dikene benzer, ne türlü koysan batar.” der. İnsanı mânen helâke doğru sürükleyen nefsin aşırı ve lüzumsuz arzuları, Kur’an lisânında “hevâ” kavramıyla ifâde edilir ve onun peşine düşülmemesi ısrarla emredilir. Zira hevânın bir sınırı yoktur. Kişiyi kendine taptırmaya kadar götürür. Bu itibarla felah ve kurtuluşun en önemli şartlarından birisi, nefsin şer-i şerife uymayan hevâsından uzak tutulabilmesi ve hiçbir zaman onun esiri olmamasıdır.
İbn Atâullah, yukarıda zikri geçen hikmetinde, nefsin açık günahlarla beslenmesinin herkesçe bilinen bir şey olduğunu; ancak taat ve hayırlar içindeki nasibinin ise gizli olduğunu beyan ederek dikkatleri bu noktaya teksif eder. Zira içkiden, kumardan, fuhuştan, yalandan ve buna benzer günahları işlemekten ham nefisler, fanî lezzetler alırlar. Neticesi tehlike ve büyük zarar olsa da, bu lezzetleri terketmek böyle nefislere ağır gelir. Ancak nefsi tezkiye sürecinde, insan bu günahları bırakma noktasında ciddi bir irade gösterirse, Yüce Rabbin lütfuyla bu nevi dünyevî haz ve lezzetlerden kurtulur. Bu nispeten kolaydır. Zira çoğu zaman bu nevi günahlar, beden yapımızı ilgilendiren zahiri günahlardır. Bedene sahip olmak ise iç âleme sahip olmaktan çok daha kolaydır.
Taat ve ibâdetlerin içinde nefsin beslenme alanları ise çok çeşitlidir. Diğer bir ifadeyle batınî/iç yapımızda cereyân eden inançlar, düşünceler, niyetler ve duygular ikliminde nefsin çok çeşitli beslenme alanları ve haz noktaları mevcuttur. Bunların hem tespit ve teşhisi ve hem de tedavisi zordur. Tecrübeli, tahlil ve teşhis gücü gelişmiş hâzık tabipler ister. Basiret, firâset ve irfânî bakış ister. İşte irfân ve hakikat ehli büyükler işin bu görünmeyen cephesine de işaret etmişlerdir.
Mevlana Derki:
“Baş gözü kör olan kişi, görünen pisliklere bulaşır, kirlenir; fakat gönül gözü kör olan, gizli pisliklere düşer.”
Taat ve hayırlarda nefsin haz ve nasibi daha çok niyetlerde ortaya çıkar. İbâdet ve taatleri Allah’a tahsis edecek yerde, nefsinin hesabına, onu semirtmek için basamak yapar. Meselâ takvâlı görünerek itibar toplamayı hedefler. Yüzünün nurlanmasını, hâlinin güzelleşmesini, insanların hüsn-i zannına ve saygısına vasıta kılar. Evrâd ve ezkârı ile keşfinin açılmasını, kerâmet ehli olmasını murâd eder. Halkın teveccühüne mazhar olmak adına sohbetine irfânî ve hikemî boyutlar katar. Gizlice işlediği güzel amellerinin halk tarafından duyulmasından haz alır. Hatta bilinmesi ve duyulması için vesileler arar. İnsanların Allah’a teveccüh etmelerine sevineceği yerde, kendisine yönelmelerinden mesrûr olur.
İmâm Rabbânî –kuddise sirruh- Hazretlerinin, Şeyh Tâhir el-Bedahşî’ye yazdığı şu mektupta dikkat çektiği hususlar, irşâd ve tebliğ ehlinin düşmesi muhtemel nefs hazlarına/hastalıklarına ne güzel bir misaldir:
“…Şafak vakti gibi açık-seçik ve doğru olsalar bile, yapılan amelleri ve niyetleri yeniden değerlendirmek ve sorgulamak gerekir. Gerçeğe mutabık olsalar bile birtakım hâl, vecd ve keşiflere çok büyük ehemmiyet vermemeli ve onlara itimat edip dayanmamalıdır. Dinin yayılmasına ve yaşanmasına destekçi olmak, halkı Hakk’a davet etmek, ümmet-i Muhammed’e güç vermek noktasında yapıp ettiklerimiz de gözümüzde hiçbir zaman büyümemeli ve çok güzel şeyler yaptığımız inancı bizde yer etmemelidir. Zira dine hizmet etmek, bazen bilerek ya da bilmeyerek kâfirlerden ve fâsıklardan bile zuhur edebilir. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allah Teâlâ bu dini fâcir/günahkâr bir kimse ile de te’yid edip güçlendirir”1 buyurmuşlardır. Durum böyle olunca, her ne zaman, bir mürid, tarikat ve inâbe almak için gelirse, kalben istidrâc2 ve mekr-i ilâhî3ye düşme endişesi içinde konuya yaklaşmalı ve âdeta arslan ve kaplan görmüşçesine korkup titremelidir. Eğer müridin geldiği anda nefse bir ferahlık ve sevinç gelirse, bunun şirk ve küfür olduğuna inanmalı ve bu sevinçten eser kalmayıncaya ve hatta bu sevinç ve sürur, yerini korkuya bırakıncaya kadar nedâmet ve istiğfara yönelmelidir…”4
Taat ve ibâdetlerdeki nefsin hazzı daha çok ihlasla bağdaşmayan riya (gösteriş), ucub (kendini beğenme), ve süm’a (yaptığı güzelliklerin duyulmasını isteme) gibi durumlarda ortaya çıkar. Yine aynı şekilde kendisine lutfedilen manevî ikrâm ve halleri, şöhret, itibar ve tazim beklentisine hebâ etmekle nefs-i emmâre şımartılmış olur.
İşte gönülde ve duygularda ortaya çıkan bu hastalıkların tedâvisi, zâhiri günahların tedavisinden zordur. Basiret ve firâset keskinleşmeden ve kulun irfânî bilgiden nasibi olmadan bu hastalıkları keşfetmesi de zordur, tedâvisi de. İşte bu sebepledir ki, nefsin bu ve benzeri sayısız hile ve desiselerine karşı bir ârifin irşâdına ve şifâ reçetesine ihtiyaç zaruri görülmüştür. Zira insan çoğu zaman kendi kusurlarına karşı âmâdır.
Dipnotlar: 1) Buhâri, Cihâd, 182. 2) İstidrâc: Ehl-i küfürde ortaya çıkan oloğanüstü haller; ya da kişinin farkında olmadan hayır ve güzel amellerde bulunduğunu zannettiği halde kademe kademe helâke doğru sürüklenme hali. 3) Mekr-i ilâhî: Bir kimsenin kendince kurnazlık yapıp muhataplarını (özellikle inananları) aldatma yoluna girmesi neticesinde Allah tarafından ummadığı bir şekilde cezalandırılması. 4) Bkz. İmam Rabbânî, Mektûbat, 171. Mektup.