Altınoluk Dergisi, 2013 – Aralık, Sayı: 334, Sayfa: 010
“Üç oyun ötesini görmek” diye bir söz vardır. Bu söz, görünenin ötesinde daha başka gerçeklerin var olduğunu, esas maharetin onları sezmek ve fark etmek olduğunu ifade eder. Olan biten hâdiselerin arkasında nelerin olabileceğini anlamaya çalışmak, anlık ve günlük bakıştan ziyade, dünü, bugünü ve yarını birlikte değerlendirmek, bir ufuk meselesidir. Hatta görünen âlemin ötesinde görünmeyeni anlamaya çalışmak, geçici ve fânî olanla, ebedî olanı farkedebilmek ve ona göre bir hayat anlayışı ve algısı gerçekleştirmek, işte akıllılık, firâset ve basiret sahibi olmak böyle bir şeydir. Bunun zıddı ahmaklıktır ve hatta körlüktür. Kur’ân-ı Kerim’de esas körlüğün idrâk ve basiret âmâlığı olduğuna şöyle işaret edilir: “(Ey Peygamber! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki (bu sayede) düşünecekleri (akledecekleri) kalplere, işitecekleri kulaklara sahip olsunlar? Şüphesiz ki (yalnız baştaki) gözler kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.”1 Akletme fiili, Kur’an’da elliye yakın âyette geçer. Bu âyetlere baktığımız zaman, kalbin akletme fonksiyonunun, genellikle kâinatta var olan âyetlerin görülmesi, sözlü âyetlerin anlaşılması2, mantık dışı düşünce ve davranışların sezilmesi3, bilinen gerçeklerden hareketle bilinmeyenin kavranması4 ve yaşanan hâdiselerden ibret alınması5 gibi hususlarda kullanıldığını görürüz. İnsan için akletme işlevi o kadar önemlidir ki, bir kimsenin bu özelliği kaybolmuş ise yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi konumuna düşmüş demektir6. Zira Kur’an’ın beyanına göre insanı, dünyada gerçekler karşısında cehâlet karanlığına gömen ve âhirette ise cehennem çukuruna düşüren inkâr ve şirk pisliğinin (rics) en önemli sebebi, akletmemektir7. “Kalp gözü” diye de ifade edilen basîret kavramı ise, sözlükte “görmek, sezmek ve göz” anlamına gelen Arapça basar kökünden türemiş bir kelimedir8. Genellikle “Kudsiyet nuruyla aydınlanmış kalbin, maddî ve manevî varlığın hakikatini kavrama gücü” şeklinde tanımlanır9. Cürcânî (v. 816/1413), filozofların, kalbin bu gücüne “el-kuvvetü’l-kudsiyye” ya da “el-âkıletü’n-nazariyye” adını verdiklerini zikreder10. Basîret kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de insana izâfe edildiğinde genel olarak, “görmek” ve özellikle “gerçekleri keşfetmek, doğru yolu tanımak, hakkı batıldan ayırmak ve ibret almak yeteneği” anlamında kullanılmış11 ve çoğu zaman “manevî körlük” ve “dalâlet”in karşıtı olarak gösterilmiştir12. “Mutasavvıflar, insanın dış âlemi gören bedendeki iki gözüne karşılık, kalbin de görünmeyen âlemi gören bir gözünün bulunduğunu kabul eder ve buna “aynü’l-kalb”, “dîde-i cân”, “çeşm-i bâtın-bîn”, “mârifet gözü” ve “kalp gözü” gibi isimler verirler. Bedendeki göz, maddî âlemdeki varlıkları, olayları, renkleri ve şekilleri gördüğü gibi gönül gözü de dış âlemdeki eşya ve olayların iç yüzünü ve mânevî âlemdeki hakikatleri görür. Bedendeki göz, insanlarla hayvanlar arasında müşterektir; fakat kalp gözü insanlara mahsustur. Basîret gözü her insanda kuvve halinde vardır. Bazı kimselerde bu göz, Allah vergisi (vehbî) olarak doğuştan açık olursa da çok defa his perdesiyle örtülü olduğundan onu mücâhede ile açmak gerekir. Bazı insanların kalp gözü çabuk, bazılarınınki ise geç açılır. Basîreti açılanların duyular ötesi gerçekleri görmelerinin de değişik dereceleri vardır. Bedendeki gözde olduğu gibi kalp gözü için de eksik ve yanlış görme bahis konusu olur. Kalp gözü, sâfiyet derecesine göre tam veya eksik görebilir”13. Tasavvufta “kalp gözü” meselesi o kadar önemlidir ki âdeta insanın değeri onunla ölçülür. Nitekim Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’nin (v. 672/1273) şu sözü meşhurdur: “İnsanoğlu gözdür, gerisi deriden ibarettir. Göz ise Dost’u yani Allah’ı gören göze denir”14. Kur’ân-ı Kerim’de gözleri ve kulakları olduğu halde görmeyen ve duymayan kimselere karşılık, eşyâ ve hadiselerin gerçek yüzünü keşfeden ve kendileri için gerekli ibret dersini çıkaran “basîret sahiplerinin” (ülü’l-ebsâr) varlığına dikkat çeken âyetler15, esasen insana madde ve mânayı keşfetme gücünün verildiğine işâret eder. Bu görmenin keyfiyeti üzerinde kesin bir sonuca ulaşmak pek mümkün görünmese de bunun akletme, tefekkür ve tedebbür neticesi oluşan idrakten farklı olarak, sezgisel bir yaklaşımla eşyânın hakikatini kavramaya yönelik bir idrak şekli olduğunu söyleyebiliriz. Bu görmenin, rüya ile ilişkilendirilerek16 baş gözüyle görmeye benzer bir keyfiyet olabileceği ihtimalini reddetmenin de mümkün olmadığını ifade etmeliyiz. Kur’an bir taraftan bu nevi idrakin, menfî davranışlarla körleştirilebileceğine dikkat çekerken17 diğer taraftan da bunun takvâ duygusu ile ortaya çıkarılıp geliştirilebileceğine işâret eder: “Körle, gören (basîr), inanıp iyi amellerde bulunanla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz”18. “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı tam bir takvâ duygusu içinde olursanız, O size, iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış (furkân) verir, suçlarınızı örter ve ve sizi bağışlar”19. Bu ve benzeri âyetler, idrâk güçlerinin insanın kalbinden kaynaklandığını ve kalpte meydana gelen her değişimin idrâk güçlerinde ve duyularda değişime sebep olacağını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, îmânın, mü’min insana bu ileri görüşlülüğü, perdenin arkasını sezebilme, hissedebilme firasetini kazandıracağını beyan ederek: “Müminin firâsetinden sakının. Zira o Allah’ın nuru ile bakar”20 buyurmuştur. “İlâhî nurların bâtınî ve zâhirî duyularda ortaya çıkması ile kişi, idrâklerin muhtelif boyut ve buutlarında daha üstün bir şuur ve anlayışa erişir. Eriştiği seviye nispetinde de varlık sırlarına, var oluşun, derûnî hâllerin ve yüksek âlemlerin ve hatta ötelerin inceliklerine, Rabbimizin âlemde tecelli eden tasarruflarına ve nihâyet tevhîd sırlarına vakıf olur.”21
Bu hadis-i şerifin, kalbin “sezgi ve keşif gücü” diye de ifade edebileceğimiz “firâset”in, ilâhî bir nurla bağlantısına dikkat çektiği açıktır. Bu mânâ da İbn Kayyim’in (v. 751/1350) “Firâset ve basîret, Allah’ın mü’min kulunun kalbine attığı bir nurdur” sözü de anlamlıdır22. Rabbimizin, “Şüphesiz bütün bu anlatılanlarda, işâretlerden bir anlam çıkarmasını bilen kimseler için çıkarılacak nice dersler ve ibretler vardır”23 âyetinde geçen “mütevessimîn kelimesine, müfessirler genellikle “firâset sahipleri” anlamını vermişleredir24. Sözlükte “keşfetme, sezme, ileri görüşlülük” gibi mânalara gelen firâset kelimesi, dar anlamda, bir kimsenin dış görünüşüne bakarak onun ahlâk ve karakteri hakkında tahminde bulunmayı ifade ederken, daha geniş anlamda ise akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen; ancak sezgi gücüyle ulaşılan bütün bilgi alanlarını ihtiva eder”25. Firâset terim olarak da, “Dikkatli bir bakışla rey, zan ve idrakte isâbet etmek”26 ve “Kesin bilginin keşfi ve gaybin (âdeta) gözle görülür hale gelmesidir” 27 diye de tarif edilmiştir.
Âriflere göre ise firâset, müminin Allah’ın nuruyla bakmasıdır ki, hadis-i şerifteki ifadesiyle “Allah’ın o kulun gören gözü” olması anlamına gelir28. Zira söz konusu hadiste bu sırra işaret vardır: “Allah Teâlâ buyurdu ki: Kim bir velîme düşmanlık ederse ben ona harp ilan ederim. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle yaklaşmış olmaz. Nâfilelerle de bana yaklaşmaya devam eder. Tâ ki ben onu severim. Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum29. Benden bir şey talep ederse istediğini mutlaka ona veririm. Herhangi bir şeyden korumamı isterse de onu muhakkak ondan korurum”30. Hadis-i kudsînin hangi mânaya delâlet ettiği konusunda kesin bir sonuca ulaşmak mümkün görünmese de farz ve nâfilelere sıkı bir şekilde sarılan diğer bir ifadeyle “takvâ”ya yönelen kimselerin, başkalarına nispetle işitme, görme ve idrak duygularında farklı bir hassasiyete ve derinliğe ulaşabilecekleri anlaşılmaktadır. Hz. Yakub’un -aleyhisselam- kilometrelerce öteden kendisine gönderilen Yûsuf’un gömleğinin kokusunu duyarak, “Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum”31 demesi, Hz. Mûsâ’nın -aleyhisselam- kendisine gönderildiği Allah adamının, geçmişe ve geleceğe yönelik keşiflerde bulunması32, insanların eşyayı görüp işitme ve yorumlama melekelerinin boyutlarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Mevlânâ der ki: “Dünya ile ilgili his (duyu), bu cihânın merdivenidir. Bu merdivenden çıkarak maddî hayatımızı, geçimimizi sağlarız. Din ile irfân ile ilgili his ise göklerin merdivenidir. Bu merdiven bizi manevî hayata, gerçek insanlığa yükseltir. Senin bildiğin beş duyudan başka beş duyu daha vardır. Bu duyular kırmızı altına benzer, senin bildiğin duyular ise bakır gibidir. Bedenimiz topraktan yaratıldığı için bedene ait duyularımız, toprağı sûret âlemini gördü. Can İsâ’sı ise mânâ deryasına ayak bastı”. İlâhî nûr göze ve gönle girince orada farklı açılımlar olur. Nitekim ashâb-ı kirâm (r.a.): “Ey Allah’ın Resûlü sadr (göğüs) genişler mi?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Evet” cevâbını vermiş ve devamla: “Nûr (iman) kalbe girince sadr açılır” buyurmuştur. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın elçisi! Bunun herhangi bir alâmeti var mıdır?” diye sorulunca da o şu karşılığı vermiştir: “Aldatıcı diyâr olan dünya hayatına dalıp gitmemek, ebedî âleme yönelmek ve ölüm başa gelmeden ona hazırlanmaktır”33. Âyet-i kerimede bu ilâhî nûra şöyle dikkat çekilir: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu hiç?”34 Netice olarak hâdiselere “Mü’min firâseti” ile bakabilmek için, hem îmânda yakîne erişmeye çalışmak, hem de Rabbimizden nurumuzu artırması için Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-’in niyaz ettiği gibi Rabbimize yalvarmak gerekmektedir:
“Allahım! Kalbime, gözüme ve kulağıma nûr ver; sağımdan, solumdan, arkamdan, önümden, üstümden ve altımdan nûr ver; bana nur ver, benim için nur ver. Allahım! Damarlarıma, etlerime, kanıma, saçıma, cildime, dilime ve nefsime nûr ver. Nurumu büyüt ve beni nûr kıl Rabbim!”35 (Tirmizi, Deavât, 30)
Dipnotlar: 1) El-Hacc 22/46. 2) bk. el-Bakara 2/164; er-Ra‘d 13/4; en-Nahl 16/67; er-Rûm 30/28. 3) bk. el- Bakara 2/44; Âl-i İmrân 3/65. 4) bk. Yûnus 10/16; Yâsîn 36/62. 5) bk. el-Hacc 22/46. 6) el-Enfâl 8/22. 7) Yûnus 10/100; el-Mülk 67/10. 8) bk. Râğıb, el-Müfredât., s. 49; Âsım Efendi, Kâmûs., II, 162. 9) Cürcânî, Ta’rifât., s. 46; Kâşânî, Istılâhât, s. 64; Abdülmün‘im el-Hıfnî, Mu‘cem, 35. 10) Cürcânî, age., s. 46. 11) bk. el-En‘âm 6/25, 104; Tâhâ 20/96; en-Nûr 24/44; ez-Zâriyât 51/21. 12) bk. el-En‘âm 6/104; Yunus 10/43; Hûd 11/24; el-Mü’min 40/58. 13) Uludağ, Süleyman, “Basîret”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, V, 103. 14) Mesnevî, I, 107, by. 1405. 15) Âl-i İmrân 3/13; en-Nûr 24/44. 16) Bilindiği gibi rüyada görülenler kafa gözüyle görülenlere benzemekle birlikte baş gözüyle değil, farklı bir görme hissiyle müşâhede edilmektedir. 17) bk. el-A‘râf 7/198; Yûnus 10/43. 18) el-Mü’min 40/58. 19) el-Enfâl 8/179. 20) Tirmizi, Tefsir, 15. 21) Bkz. Muhammed Şucâî, Makâlât, I, sh. 157. 22) Medâric, I, s. 139. 23) El-Hicr 15/75. 24) bk. Kurtubî, Tefsir., X, 29; Beyzâvî, Tefsir, I, 534. 25) Uludağ, Süleyman, “Firâset” DİA, XIII, 116. 26) Âsım Efendi, age., II, 978. 27) bk. Kuşeyrî, Risâle, s. 232; Cürcânî, age., s. 166; Abdülmün’im el-Hafnî, age., 204-205. 28) bk. Kuşeyrî, Risâle., s. 234-235; Uludağ, Süleyman, agm., s. 116. 29) Bazı rivâyetlerde, “ Konuşan dili, akleden kalbi olurum” ziyâdesi vardır (bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, XI, 344; Kastalânî, İrşâdü’s-sârî, IX, 289. 30) Buhârî, Rikâk, 38. 31) Yûsuf 12/94. 32) bk. el-Kehf 18/65-82. 33) Bu hadis ve değişik tarîkleri için bk. Taberî, Câmiu‘l-beyân, VIII, s. 36-37. 34) En’âm Sûresi, 122. 35) Tirmizi, Deavât, 30.