Altınoluk Dergisi, 2010 – Mayis, Sayı: 291, Sayfa: 021
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Allâh Teâlâ, bir grup insanı zâtına hizmete, diğer bir grubu da muhabbetine tahsis etmiştir. «Rabbinin lütfundan her birine; onlara da, bunlara da veririz. Rabbinin lütfu (hiç kimseye) yasaklanmış değildir.» (İsrâ Sûresi, 20)”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
Ehl-i hakîkatin beyânına göre “Allah Teâlâ bir mazhara1 iki defâ aynı tecellîde bulunmadığı gibi, iki ayrı mazhara da aynı tecellîde bulunmaz”. Yani her an yeni bir tecellî ile mütecellî olan Rabbimiz, şu âlemde bütün yönleriyle birbirinin aynı olan iki şey yaratmamıştır. Diğer bir ifâdeyle, şu varlık âleminde hiçbir şeyin tam anlamıyla ikizi yoktur. Bu itibarla hiçbir insanın kendini diğerine birebir eşitlemesi, hem doğru değildir, hem de mümkün değildir. Zira her bir ferde yaratılışta verilen kâbiliyet ve istidâtlar farklı olduğu gibi, lütfedilen nimetler, ihsânlar ve imkânlar da farklı farklıdır. İşte bu hususa işâretle:
“Allah’ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın.” (Nisâ 32) buyrulmuştur.
Fahr-i Kâinât –sallallâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hakikate şöyle işâret etmişlerdir:
“İnsanlar, aynen altın ve gümüş madenleri gibi (muhtelif) mâdenlere benzerler…”2
Nasıl ki cins, çeşit ve kalite olarak sayısız mâden türü mevcutsa, insanlar için de durum aynıdır; onlar da muhtelif cinslerde ve farklı kalitelerde yaratılmışlardır. Rabbimizin varlık âlemine kurduğu nizâm, işte bu esas üzerine kurulmuştur.
Bu sırr-ı ilâhîyi, akl-ı selîm sahibi her insan kolayca görüp idrâk edebilirse de, bu hakikati kabulde ve ona göre hayatını sürdürmede zorlanır. Kendisini keşfedip geliştireceği yerde, başkalarının hayatına, kâbiliyet ve becerilerine gözlerini diker ve “keşke”lerle ve boş temennîlerle ömür sermayesini isrâf eder. İşte İbn Atâullâh el-İskenderî –kuddise sirruh-, şu hikmetli kelâmıyla, Hak yolcusu sâliklerin dikkatini bu sırra yöneltir ve:
“Allâh Teâlâ, bir grup insanı zâtına hizmete, diğer bir grubu da muhabbetine tahsis etmiştir.” buyurur. Sonra da “bu grupların hangisi daha üstündür” gibi bir değerlendirmenin doğru olmayacağını ifâde sadedinde şu âyet-i kerimeye işâret eder:
«Rabbinin lütfundan her birine; onlara da, bunlara da veririz. Rabbinin lütfu (hiç kimseye) yasaklanmış değildir.» (İsrâ Sûresi, 20)”
Kerîm olan Mevlâmız, kullarının maddî rızıklarını farklı yollardan ve muhtelif seviyelerde taksim ettiği gibi, manevî nasiplerini de ayrı ayrı vesîlelerle ve çeşitli derecelerde ihsân etmektedir. Kimine zühd, aşk ve muhabbet daha câzip gelirken, diğer birine Allah yolunda hizmete koşmak, insanlara yardımcı olmak, fakir fukaranın ihtiyaçlarını gidermek daha sevimli gelir. Aynı şekilde bir başkasına da ilim tahsil etmek, hikmet ve mârifet yolunda çaba sarfetmek daha faziletli görünür. Bu sayılan alanların hepsinde ayrı ayrı faziletler ve ecirler var ise de, her bir ferdi bir tek yöne sevketmek ve tüm himmetini o alana tahsis etmesini istemek, fıtratları gözeten bir talep değildir. Bunun yerine istidât ve kâbiliyetler doğru keşfedilip, ilâhî rızâya erme niyetiyle ve muhabbetle, hayır olduğuna inanılan alanlarda say ü gayreti artırmak, daha isâbetli olacaktır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Herkesin yöneldiği bir yön vardır; haydin öyleyse hepiniz hayırlara koşun, yarışın!” (Bakara 148)
Yüce Rabbimiz, hiçbir kulunu oyun olsun için boşuna yaratmamıştır. Her bir kulun O’nun katında özel bir yeri vardır. Bu itibarla her insan, kendisine lütfedilen istidat ve kâbiliyetler itibariyle biriciktir. Kula düşen, Rabbinin kendisine ikrâm ettiği nimet, istidat ve imkânların farkına varmak, onları geliştirmek ve Hakk’a kurbiyet yolunda kullanabilmektir. Hiç şüphesiz bu hedefi gerçekleştirmede en önemli husus, insanın kendi kâbiliyetlerini keşfedebilmesidir.
Kişiliğimizin keşfi için çıkılan yolculukta bize en büyük yardımcı, seçtiğimiz alanın bize sevimli gelmesi ve kolaylaştırılmış olmasıdır. Nitekim Fahr-i Kâinât –sallallâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sırra şöyle işâret eder:
“Herkes ne için yaratılmış ise, o şey o kimse için kolaylaştırılmıştır”3
Ancak bu konuda da nefsin sesi ile vicdânın sesini doğru farketmek îcâb eder. Bu konuda da iki ölçü belirleyici olabilecektir: Birincisi, yapılmak istenen şeyin Kur’an ve sünnet ölçülerine uygun olması. İkincisi ise gönlün o işten tam bir itmi’nân ve huzur hissetmesidir.
Kabiliyetlerin çeşitliliği kadar, şümûlü (çerçevesi) de farklı farklıdır. Kimi insan hem muhabbet ehlidir, hem ibâdet ehlidir, hem mücâhede ehlidir, hem de hizmet ehlidir. Bazısında ise bunlardan sadece birisi veya ikisi vardır. Yine öyleleri de vardır ki, onlara sınır çizmek, istidatlarını daraltmak olur. Bu itibarla kişiye düşen, kendisine lutfedilen ilâhî ihsanları sürekli araştırmak, geliştirmek ve onları Hak yolunda istikâmetlendirebilmektir. Yine unutmamak gerekir ki, bugün eriştiğimiz keşifler, kendimiz hakkında nihâî keşifler olmayabilecektir. Bir diğer gerçek de, zaman içinde yeni yeni Rabbânî ihsânların da ikrâm edilebileceği ümidini hiçbir zaman kaybetmemektir. Zira hikmet ehlinin beyânına göre: “Dad-ı Hak râ kabiliyet şart nist = Allah’ın ihsânı için kabiliyet şart değildir”. Allah her şeye kâdirdir.
Bu gerçeklerin farkında olarak gözü ve gönlü etrafa çevirip kendini ihmâl etmek yerine, “nazar ber kadem”4 edebine riâyetle, kendine verilenleri basiretle sezmek ve şükür duyguları içinde Rabb’e doğru yolculuğa istikrârla devam etmek, hem yolcuya hem de yolculuğa bereket ve rahmet vesilesi olacaktır. Bu hâl, Rabbin verdiğine hem saygıdır, hem de şükürdür. Bu idrâkin bir diğer gereği de, hiçbir kulu kâbiliyeti sebebiyle horlamamak ya da şımartmamaktır. Zira unutmamak gerekir ki:
“Allah, bir kimseyi ancak kendine verdiği ile sorumlu tutar.” (Talak Sûresi 7)
Dipnotlar: 1) Mazhar: İlâhî tecellînin ortaya çıktığı (zuhûr ettiği) mahal anlamındadır. 2) Bkz. Buhârî, Menakıb, 1; Müslim, Birr, 160. 3) Buhârî, Cenâiz 83, Tefsîru sûre( 92 )3,4,5,7, Kader 4, Tevhîd 54; Müslim, Kader 6-8. 4) Nazar ber kadem: “Göz ayağa/önüne bakacak” anlamında bir “seyr u sulûk” esâsıdır.