Altınoluk Dergisi, 2011 – Ekim, Sayı: 308, Sayfa: 012
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur: “Hakîm ve âriflerin nurları sözlerinin önüne geçer. Nur zuhur edince de söz hedefini bulur ve maksat hasıl olur. Söylenen her bir sözün üzerinde, içinden çıktğı kalbin özel bir elbisesi vardır. Konuşmak için kendisine izin verilen kimsenin ifâdeleri diğer gönüller tarafından anlaşılır. İşâretleri açık ve kolay bir şekilde idrak edilir. Hakikatler açıklanmaları için sana izin verilmediği durumlarda- güneş tutulması gibi nurları tutuk, sönük ve zayıf bir durumda ortaya çıkarlar.” el-Hikemü’l-atâiyye’den
Sözün aşılayıcı bir söz olması ve o sözden yeni yeni oluşlar meydana gelmesi, sözden ziyâde bir öz meselesidir. Söz bir kalıptır; ruh nefhedilmedikçe (üfürülmedikçe) ölü sayılır. Ölü sözler ise, yüreğe yük olur; kişiyi yükseklere çıkarmak bir tarafa, aşağılara doğru çeker. Gönülleri diriltmek yerine söndürür. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hakikate şöyle dikkat çeker:
“Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanmadan yapılan çok konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizi, Zühd, 62) Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizi Hazretleri de bu gerçeği şu hikmetli sözleriyle dile getirir: “Evlâdım! Cevizin dış kabuğunu yemek nasıl mideyi bozarsa, kabuktan ibâret sözü dinlemek de kalbi zayıf düşürür. Sen sen ol, sözü Hak’tan işitmeye bak. Henüz bu istidadın gelişmedi ise o zaman da ehl-i hakikatten işit.” Kur’ân-ı Kerim, sözün ıslâh ve ifsâd edici özelliğine sık sık vurgu yapar. Sözün mâhiyeti, söyleniş üslûbu, daha da önemlisi söyleyenin kimlik ve kişiliği sözün doğurduğu sonuçlarda son derece belirleyici bir fonksiyona sahiptir. İşte bu yazımızda İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-’un bu konuda çok dikkat çekici bir hikmetine yer vereceğiz. O bu hikmetinde, sözden ziyade sözü söyleyenin özüne nazarları çevirir ve der ki:
“Hakîm ve âriflerin nurları, sözlerinin önüne geçer. Nur zuhur edince de söz hedefini bulur ve maksat hâsıl olur. Söylenen her bir sözün üzerinde, içinden çıktığı kalbin özel bir elbisesi vardır.”
Hikmet ve irfân ehlinin gönüllerine lutfedilen Rabbânî nûrlar, onların etraflarında bir tesir hâlesi oluştururlar. Özlerindeki nûr, yüzlerinde de bakanlar tarafından hissedilir. Bakışlarında ayrı bir enerji ortaya çıkar. Ve böylece onlar daha söze başlamadan muhataplarının gönüllerinin açılmasına ve kalp alıcılarının çalışmasına vesile olurlar. Öyle ki, söz zuhura gelmese bile, adına tasavvuf literatüründe feyz adı verilen mânevî hâl sirâyeti, içte bir operasyon başlatır. Sükût hâlindeki âriflerin yanında bulunan samimi kimselerde zaman zaman görülen vecd, iştiyak ve gözyaşının bir sebebi de budur. İşte bu âriflerin sözlerindeki tesir ve tasarruf gücü, sözün kendisinden ziyâde, onlara lutfedilen bu Rabbânî nûrun neticesidir. Söz, nurla açılan ve hazırlanan kalbe bir tohum gibi ekilince de dinleyen kimsenin özünde yeni yeni niyetlere, kararlara ve nihayet oluşlara vesile olur. İbn Atâullah, sözün sahibiyle ilgili bir başka inceliğe de şöyle dikkat çeker: “Konuşmak için kendisine izin verilen kimsenin ifâdeleri, diğer gönüller tarafından anlaşılır. İşâretleri açık ve kolay bir şekilde idrak edilir. Fakat sana izin verilmeyecek olursa nice hakikatler ve hikmetler, güneş tutulması gibi nurları tutuk, sönük ve zayıf bir durumda ortaya çıkarlar.” Bu hikmetteki sır sözle ilgili daha başka bir derinliğe işâret etmektedir. O da, bir hakikatin söylenmesine mânen izin verilme meselesidir. Bu izin kim tarafından nasıl verilecek ve en önemlisi nasıl anlaşılabilecektir? Bu hikmetin açıklamasını yapan şârihlerin konuyla ilgili farklı izahları vardır. Bazıları, bu izinden maksadın, şer’î bir izin olduğunu ve dolayısıyla izin çerçevesinin de, sözün muhtevasının doğru olması, güzel bir üslupla söylenmesi, muhatabın dinlemeye musait olması ve yine onun anlayış seviyesinin gözetilerek söylenmesi gibi bir takım hususlar olduğunu beyan etmeye çalışmışlardır. Elbette sözle ilgili bu hususlar önemlidir; ancak burada daha farklı bir noktaya işâret edildiği söylenebilir. Şöyle ki: Özellikle dînî, rûhî ve batınî hakikatlere dair söz söyleyen ve Allah’ın kullarını terbiye ve tezkiye maksadını gözeterek sözü vasıta olarak kullananların daha ince ve derin bir söz edebine dikkat etmeleri gerektiğine işâret edilmektedir. Zira onların sözü, sadece kelimelerin dizilişinden meydana gelen, zorlanarak ifâde edilen, hâlini taşımadan ve hakka’l-yakîn mertebesinde tadılmadan söylenilen hikmet görünümlü bir söz olmamalıdır. Onlar konuşmamalı ve belki konuşturulmalıdırlar. Bu ise tasavvufî bir ifadeyle “fenâfillâh” ve “bekâbillâh” hallerini kuşanmayı gerektirir. Diğer bir ifadeyle her şeyi “lillâh, billâh, ilallâh ve minallâh” çerçevesinde yani “Allah için, Allah ile, Allah’a doğru ve Allah’tan olma” bilinç seviyesinde görebilmek, hissedebilmek ve nihâyet bu bilginin hâle dönüşmesi ile mümkündür. Elbette bu hâle ermek kolay değildir. Samimi bir mücâhede ve gayrete, Rabbânî hususî bir hidâyetin ve belki hidâyetlerin (tevfîk) eşlik etmesi ve neticede kulun seçilmişlerden (ıstıfâ) olmasıyla gerçekleşir. Söze izin verilmesi, satırlardan elde edilen malumatın belli plan ve kalıplar içerisinde aktarılmasından ziyade, irfân sahiplerinin gönüllerinde hissettikleri husûsî bir duyguyla/ilhâmla söz vaktinin geldiğini anlamaları şeklinde tahakkuk eder. Bu iç doğuş, anne karnında tekâmülü tamamlanmış yavrunun zuhura gelmesi gibi zaruri bir doğuştur. Gönülden doğan bu sözde nefs kokusu hissedilmez. İtibar, fesahat ve belağat kaygısı güdülmez. Son derece tabiidir, zorlanarak ifade edilmez. Böyle söz söylemek, ham insanların değil, kâmil insanların harcıdır. Büyükler bunun taklidine bile izin vermemişlerdir. Zira bu alanda söz söylemek, mukallidlere uygun görülmemiştir. Reşâhât adlı eserde anlatılan şu kıssa, bu konuda güzel bir misaldir: Ubeydullah Ahrâr –kuddise sirruh- anlatır: “Bir gün Derviş Ahmed’in meclisinde hazır bulunuyordum. Gayet ince ve yüksek sözler söyledi ve peşinden bu sözlere mağrur olup böbürlendi. Sandı ki, o sözler kendi istidâdındandır. Meclistekilere nobranlık tavrı göstererek dedi ki: «Ben o kimseyim ki, gizli hakikatler ve gerçek maarif benim vasıtamla kulaklarınıza erişir. Fakat siz onların kadrini bilmez ve teşekkürünü edâ etmezsiniz!” Onun bu tavrı bana gayet gîrân geldi. İçimden dedim ki: «Bu hakikatlerin senden doğduğunu nereden anladın? Bu mecliste bulunanların bazılarının sana mânâları ilhâm edici ve cezb yoluyla sana aşılayıcı bir istidat taşımaları mümkün olduğunu niçin düşünmüyorsun?» Üstümde, değirmi yakalı bir cübbe vardı. Başımı cübbemin içine çektim ve iki şehâdet parmağımla kulaklarımı tıkadım. Nefesimi de hapsedip dedim ki: «Ben senin sözünü işitmiyorum! Bakalım ne türlü maariften bahsedebileceksin?» Birdenbire nutku tutuldu ve bütün gayretlerine rağmen konuşamadı. Bu hâlin kendisine kimden geldiğini anladı ve kürsüden bana hitap etti: «Bu fakirin nutkunu bağlayıp dinleyenleri mahrum bırakmakta sebep nedir?” Yine konuşamayıp yerinden indi. Ben de kendimi halk içinde onun gözlerinden gizledim1. Yine Ubeydullah Ahrâr –kuddise sirruh- buyurur ki: “Bir kimse ululardan birine başvurup vaaz etmek istediğini söylendi ve ne niyetle vaaz etmesi gerektiğini sordu. Ulu kişi günâha niyet etmenin faydası olmadığı cevabını verdi. Bu cevap doğrudur; zira vaktinden önce nasihat günahtır. Ve bu cevaptan anlaşılan şudur ki, söz yüce bir şeydir ve zamanında ve yerinde olmalıdır. Şimdi onun zamanını göstereyim: Tarikat büyükleri bu bahiste derin tahkiklerde bulunmuşlardır. Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbuldür.2 Hulâsa söz söyleme sanatı, ehl-i irfân indinde fesahat ve belağat ilminden ziyade gönlün nûrunu artırmakla gerçekleşir ve kemâle erer.
Dipnotlar: 1. Mevlânâ Ali b. Hüseyin, Reşâhat (Sadeleştiren: Necip Fazıl Kısakürek), Kamer Neşriyat-sh. 132. 2. Reşâhât, sh. 314.