Altınoluk Dergisi, 2011 – Şubat, Sayı: 300, Sayfa: 026
Sevinmek ve üzülmek, gülmek ve ağlamak, bir insan gerçeğidir. Sürûr ve hüzün, çocuklukta, gençlikte, ihtiyarlıkta ve hatta doğumda ve ölümde, hep bizimle beraber olan, ayrılmaz iki arkadaş gibidir. Her dönemin kendine has sevinçleri ve hüzünleri vardır. Öyle tebessümler vardır ki, sadaka yerine geçer. Ve yine öyle gülüşler vardır ki, sahibine Hakk’ın gazabını indirir. Öyle gözyaşları vardır ki, yüreklere derin huzurlar tattırır. Yine öyle ağlayıp sızlamalar vardır ki, gönüllerde onulmaz yaralar açar. Yüzü güldüğü halde özü ağlayan, gönlü bayram ettiği hâlde timsah gözyaşları döken ikiyüzlü bedbahtlar da vardır. Uğrunda gözyaşı dökülen nice boş sevdâlar olduğu gibi, ağlanacak yerde katıla katıla gülen nice gâfil zümreler de vardır.
Biz bu yazıda, sevinme ve üzülmenin bütün çeşitlerinden bahsedecek değiliz. Tâat ve ibâdetler neticesinde oluşan gönül sürûrunun, nasıl olması gerektiği konusunda, Hak dostlarının ince hikmet ve irfânlarından istifâde etmeye çalışacağız.
Şunu hemen ifâde edelim ki, aşırı sevinç hâli ve tezâhürü, hiçbir durumda uygun görülmemiştir. Hele hele fânî hayatın mal, makam ve şöhret gibi geçici nimetleri karşısında aşırı sevinç içinde olmak, şımarıklık olarak değerlendirilmiştir. Nitekim maddî nimetler içinde yüzen Kârûn’u, böyle bir tavır içinde gören gönlü uyanık mü’minler, ona şu ikâzı yapmışlardır:
“Şımarma! Zira Allah şımarıkları sevmez” (el-Kasas, 76)
Maddî varlık sahibi olmak, zaman zaman kişiyi müstağnî bir tavra sürükleyip şımarttığı gibi manevî varlık diye ifâde edebileceğimiz hayırlı ameller, ilim, irfân, kerâmet ve hâller de insanın ayağını kaydırabilir, başını döndürebilir. İşte böyle bir tehlikeye maruz kalmamak için Peygamberler ve Hak dostları, çeşitli uyarılarda bulunmuşlardır.
Taat ve ibâdetlerle sevinmek, günah ve masiyetler neticesinde ise üzülmek, mü’min bir kul için son derece tabiîdir ve hatta olmalıdır da. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Kimin iyilikleri kendisini sevindirir ve kötülükleri de onu üzerse, işte o kişi gerçekten mü’mindir.” (Tirmizi, Fiten, 7, Hadis no: 2165) buyurmuşlardır.
Mü’minin, azaptan kurtuluş, Hakk’a kurbiyyet ve rızây-ı ilâhîye vesile olacağı ümidiyle, hayırlı ameller karşısında gözü parlar, gönlü sürür dolar ve sevincini çeşitli şekillerde izhâr eder. İşte bu sevincin arka planı diye ifâde edebileceğimiz bu hususlar, ilk bakışta son derece ma’kul ve meşrûdur. Ancak çok kimsenin hemen fark edemediği bunların da ötesinde bir başka incelik daha vardır ki, işte bu nevi sırları da Hak Teâlâ Hazretleri, gözlerine irfân sürmesi çektiği has kullarına açar. Hikmet ve basiret sahibi bu büyüklerden biri olduğuna hüsn-i zan ettiğimiz İbn Atâullâh el-İskenderî -kuddise sirruh-, bu latîf hakikate ve ince edebe şöyle işâret eder:
“Hayır ve hasenât, ibâdet ve taat senin tarafından işlendi diye sevinme; fakat bu güzellikleri, Allah seninle ve sende ortaya çıkardığı için, işte bu lütfa ve teveccühe sevin! Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
(Ey Nebiyy-i Ekrem! Kullarıma) de ki: Ancak Allah’ın fazlı ve rahmetiyle, işte ancak bunlarla sevinsinler! Zira bu ihsân ve ikrâmlar, onların toplayıp biriktirdiği her şeyden daha üstündür ve daha hayırlıdır.” (Yûnus Sûresi, 58)
Müfessirler bu âyet-i kerimede zikredilen fazl ve rahmeti, Yüce Rabbimizin kullarına olan her çeşit ihsân ve ikrâmı anlamında açıkladıkları gibi, “Kur’an ve İslâm nimeti” olarak da tefsir etmişlerdir. İbn Atâullah -kuddise sirruh- da bu mânâlarla birlikte, zâhiren kul tarafından işlenen hayır ve hasenâtın, ibâdet ve taatların da esasen Hak Teâlâ’nın kuluna olan fazl ve ihsânı olarak görülmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Burada dikkat çekilen çok daha önemli bir diğer husus da, sevinme noktasının amelin kendisi değil, Hakk’ın kuluna olan iltifat ve teveccühü olmasıdır. Yani kul burada, amelden ziyade Rabbisiyle sevinmiş olmaktadır.
İbn Atâullah’ın bu hikmetli sözünü açıklayan bazı âlimler, sâlih amellerle sevinme konusunda insanları üç grupta değerlendirmişlerdir:
1. İşlediği sâlih ameller neticesinde bir takım nimetlere kavuşacağına ve azaptan kurtulacağına dair ümit taşıyanlar. Bu kimseler yaptıkları taat ve hayırları, hem kendilerinin güç ve kudretleriyle, hem de kendileri için yaptıklarına inanırlar. Bunlar Fâtiha sûresinde zikredilen “Ancak sana kulluk ederiz” makamındadırlar.
2. Taat ve ibâdetleri, ilâhî rızâya erişmeye, Hakk’a kurbiyyete ve hatta vuslata ulaştıran bir vasıta ve alâmet olarak görüp sevinenler. Böylelerinin gözünde taat ve hayırlar, Rahmân ve Rahîm olan Rabbimizin hediyelerdir. Bu hediyeler, kendilerini Rablerine taşıyan bir binek mesabesindedirler. Bu amellerin icrâsında nefislerine bir pay çıkarmazlar. Gücü ve kudreti kendilerine değil Allah’a izâfe ederler. İlâhî takdir ve tevfîkle bu nimetlere mazhar olduklarına inanırlar. Böyleleri yine Fâtiha Sûresinde zikredilen “Ancak Sen’den yardım dileriz” makamındadırlar.
3. Üçüncü grupta olanlar ise sevinci amellerle değil, ancak Allah ile olanlardır. Bunlar nefislerinden geçmiş, Hak ile beraberlik şuuruna ermişlerdir. Kendilerinden bir taat zuhûr edecek olursa, onu Allah’ın kendilerine bir lutfu olarak görürler. Hamd ve şükre yönelirler. Bir masiyet sudur edecek olursa, onu da edeben Allah’a izafe etmezler. Bunlar “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah”1 makamındadırlar.2
Netice olarak maddî olsun, mânevî olsun, nimet olarak üzerimizde her ne var ise, onların hepsini Rabbimizin bize olan husûsî bir ihsânı olarak görmek ve buna mukabil, bizde zuhur eden ve tarafımızdan işlenen her kötülüğü ve kusuru da kendimize nispet etmek, Kur’an’ın bize öğrettiği önemli edeplerden biridir. Böyle bir inanç ve bakış açısı, hem hakikati teslim, hem de riyâ3 ve ucub4 gibi hastalıklardan kurtulmak için son derece önemlidir. Nimet ve ihsanlar karşısında onlarda fânî olup Hakk’a karşı âmâ olmak ne kadar gaflet emâresi ise nimet ve ihsanın içinde Hakk’ı görmek ve O’nunla sevinmek de kalp diriliğinin ve şuur açıklığının nişânıdır.
Dipnotlar:
1) Taatlere güç ve kudret bulmak, masiyetten kaçma iradesi göstermek, ancak ilâhî yardımladır. O’nun yardım ve inâyeti olmadan hiçbir varlıkta güç ve hareket namına hiçbir şey meydana gelemez, demektir. 2) Ahmed b. Muhammed b. Acîbe, Îkâzu’l-himem fî şerhi’l-hikem, sh. 152-153. 3) Riyâ: Gösteriş içinde olmak, desinler için iş yapmak, Allah için değil de başkaları adına amel işlemek demektir. 4) Ucub: Yaptığı ameli ve kendini beğenmek, kendinin hayranı olmak demektir.