Altınoluk Dergisi, 2011 – Ağustos, Sayı: 306, Sayfa: 040
İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:
“Yüce Allah, bu dünyada iken kâinâta ve eşyâya bakıp tefekkür etmeni emretti. Zâtının kemâlini ve cemâlini ise sana âhirette gösterecektir. ”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
Gönlüne hidâyet ışığı giren her mü’min, Rabbi ile sıcak bir ilişki iklimine girer. Bu ilginin içinde ilim ve irfân vardır, idrâk ve basiret vardır, merak vardır, muhabbet vardır ve hatta şevk, iştiyâk ve nihâyet aşk vardır. Her kulda bu tecellîlerin çeşidi ve derecesi elbette farklı farklıdır.
Kulda Hakk’a karşı ilim, irfân ve muhabbet seviyesi arttıkça, kurbiyyet (Hakkâ yakınlık) hissi de artar. Öyle bir noktaya gelir ki, Rabbiyle konuşmak ister; O’na içini döker, acziyetini ve fakrını arzeder. Bununla yetinmez, O’nun da hitabını işitmek ister. Münâcaat ve üns adı verilen bu hâl, ağyârdan uzaklaşıp yâr ile beraber olma arzusu doğurur. Halvet sevdirilir. Gecelerin seheri, arzulanan demler olur. Kurbiyyet hissiyâtı derinleştikçe, ilham adı verilen manevî duygu ve irfân esintileri, gönül âlemine doğru esmeye başlar. Gönle doğan bu ilhamlarla kulun Rabbine karşı manevî zevk ve şevki arttıkça, artar ve nihâyet O’nu görmek ister. “Gece gündüz döne döne istediğim Hak’tır benim” diyerek bu arzusunu vecd ve şevk içinde terennüm eder. İşte bu iştiyaka, ehl-i tasavvuf vuslat arzusu adını verir.
Bu hâl Kur’ân-ı Kerim’de Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şahsında şöyle anlatılır:
“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da bayılıp düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden tenzih ederim Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.” (el-A’râf, 143)
Bu nevi istekler, nice irfân yolcusunda da zaman zaman zuhûr etmiştir. Öyle ki, bu âyet-i kerimenin ilk nazarda zâhirinden anlaşılan; “Allah’ın cemâlini şu fânî âlemde görmenin mümkün olamayacağı anlamını” farklı bir bakış açısı ile şöyle açıklamışlardır:
“Ey Mûsâ! Sen sen olduğun sürece beni asla göremezsin. Ancak sen, senliğinden fânî olur ve sendeki göz “ben” olunca, işte o zaman beni görmüş olursun. Diğer bir ifâdeyle sen ölmeden önce ölür de yeni bir dirilişle dirilirsen, işte o zaman müşâhedeye erersin.”
Bu ârifler bu açıklamaları ile gönüllerine müşâhede kapısını açık tutmuş ve ümitlerini söndürmemişlerdir.
Ancak ehl-i irfânın büyük bir kısmı, -ehl-i sünnet âlimleri gibi- Yüce Rabbin cemâlinin hicapsız bir şekilde ancak âhirette görülebileceğini, bu dünyada ise O’nun, baş gözüyle (basarla) değil, gönül gözüyle (basiretle) eserlerinde tecellî eden kudret ve azameti ile müşâhede edilebileceğini söylemişlerdir. İbn Atâullah -kuddise sirruh- işte bu sırra şu işâretle der ki:
“Yüce Allah, sana bu dünyada iken kâinâta ve eşyâya bakıp tefekkür etmeni emretti. Zâtının kemâli ve cemâli ise âhirette müşâhede edilecektir. ”
Gözü ve gönlü, Zât-ı ulûhiyetin “vechine”/zâtına/cemâline döndürmek, hemen her yerde O’nun vechini hissetmek ve hatta bir şekilde müşâhede etmek, “Allah’ı her şeyden daha çok seven” her mü’minin şiârı olmak durumundadır. Bu hâl, marifetullah ve muhabbetullah seviyesi yükseldikçe, her kulda tabiî olarak tecelli eden bir durumdur. Gönlü bu seviyeye eren bir kul, dünyada iken yerde, gökte ve kendi iç dünyasında mevcut olan, Rabbin sanat harikası muhteşem âyetlerine ve eserlerine bakarak, O’nu gördüğü gibi âhirette de hicapsız/perdesiz bir şekilde Cemâl-i ilâhiyi müşâhede nimetine erecektir.
Dünyada iken bu seviyenin tahakkuku, basiretin açılmasını ve tefekkürün yoğunlaşmasını gerektirir. Bu ise öncelikle zikirle uyanmış ve canlılık kazanmış bir gönülle gerçekleşebilir. Zira gönül uyanmadan tefekkür başlamaz. Mevlânâ –kuddise sirruh-’un “zikir, fikri titretir” sözü, bunu ifade eder. Âl-i imrân sûresinde zikredilen şu âyet-i kerimede de tefekkür eden akl-ı selîm sahiplerinin, zikr-i dâimîye ulaşmış kimseler olduğuna işâret edilir:
“Elbette o göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ard arda gelişinde şüphesiz âyetler var, vicdanları temiz (ülül’elbab) olanlar için. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler (anarlar), göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrân, 190-191)
Bütün kâinâtta ve içimizde var olan nihâyetsiz âyetleri/işâretleri görmek ve anlamak için, zâhiri bir bakış değil, onların ta içine nüfuz edecek ve işâret edilen mânâyı çözüp tecelli perdeleri ile kendini kullarına gösteren Yüce Rabbi müşâhede edebilecek bir basiret gerekir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“De ki: «Göklerin ve yerin içinde neler var, neler oluyor bir bakın! Gerçi inanmayan bir topluma bunca âyetler ve uyarılar bir şey ifâde etmeyecektir.” (Yûnus, 101)
Âyet-i kerime dikkatle incelenecek olursa görülür ki: “Yere göğe bir bakın” şeklinde yüzeysel ve rastgele bir bakış değil de, yerde ve gökte olanların iç âlemlerine nüfuz edecek şekilde derinlikli ve sırrı çözücü bir bakışla bakmanın emredildiği anlaşılır. Basiret nûru ile dünyada O’nu görenler, baş gözü ile de cennette O’nu apaçık müşâhede edeceklerdir. Burada gönlü âmâ olanlar ise âhirette de âmâ olacaklardır.
Muhyiddin İbn Arabî -kuddise sirruh- anlatır:
Dostumuz Abdullah b. el-Üstad el-Mervezî’nin vefat etmiş sâlih bir kardeşi vardı. Bir gün onu rüyasında görüp sorar:
– Allah Teâlâ sana nasıl muamelede bulundu? O da:
– Beni cennete koydu. Orada yeyip içip hurilerle beraber oluyorum.” Diye cevap verir. Bunun üzerine: – Ben bunu sormuyorum. Rabbini gördün mü ondan haber ver?” der. Kardeşi de: – Hayır; O’nu ancak dünyada iken gerçek manada tanıyan ârifler görebiliyor” diye karşılık verir. Şu âyet-i kerime de bu mânâya işâret eder:
“Kim bu dünyada (kalben) kör olursa âhirette de kör olacaktır.” (İsrâ, 72)