Altınoluk Dergisi, 2010 – Mart, Sayı: 289, Sayfa: 014
İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- buyurur:
“Allah’ın sana feyiz, irfân ve ilhâm (vâridât) göndermesi, onunla Yüce Hazretine vâsıl olman içindir. Gönlüne ikrâm ettiği Rabbânî vâridât, seni ağyârın elinden kurtarmak ve eşyânın esâretinden hakiki hürriyete eriştirmek içindir. Ve yine sana gönderdiği bu ulvî duygu ve hikmetler, seni vücut (mevhûm varlık) hapishanesinden çıkarıp müşâhede fezâlarına yükseltmek içindir.”
el-Hikemü’l-atâiyye’den
Bütün âlemlerin Rabbi olan Yüce Mevlâ’mız, yarattığı her bir varlığa yönelik mesajlarını, hem doğrudan, hem de muhtelif vasıtalarla ulaştırmaktadır. Beşeriyete lutfettiği bilgi, marifet ve duygu gibi bilip bilmediğimiz nice ikramlarını, bazen peygamberleri vasıtasıyla, bazen melekleri vasıtasıyla, bazen Kur’ân-ı Kerim gibi sözlü âyetleriyle, bazen de Güneş, Ay, yıldız, ağaçlar, kuşlar, dağlar ve taşlar gibi sözsüz kevnî âyetleriyle göndermektedir. Bunlara ilâveten, kullarının gönüllerine zaman zaman ilhâmlar1, güzel niyetler, feyz ve şevkler ikrâm etmekte ve kullarının Zât-ı ulûhiyetine yönelmesini murâd etmektedir. Bu hakikatler âyet-i kerimede şöyle ifâde edilir:
“Allah’ın bir beşerle konuşması ya vahiy (ilham) yoluyla, ya perde arkasından, ya da bir elçi gönderip izniyle ona dilediklerini vahyetmek suretiyle olur.” (Şûrâ Sûresi, 51)
İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-, Rabbimizin gönüllere lutfettiği ilhâm, feyz ve ulvî duygular gibi ihsânlara dikkat çekerek buyururlar ki:
“Allah’ın sana vâridât göndermesi, onunla Yüce Hazretine yönelip O’na doğru yolculuğa çıkman içindir.”
Kalplere lutfedilen ilâhî ihsanlar, tasavvufî eserlerde farklı isimlerle anıla gelmiştir. Bunlardan biri de “vâridât-ı ilâhiye” ifâdesidir. Vâridât, Allah Teâlâ’nın kullarının kalbine bıraktığı bir nûrdur. Öyle bir nûr ki, onun vesilesiyle irfânî duygular ve rûhânî incelikler, kalp âlemine nüzûl eder. Bu ulvî duygular neticesinde gönül âlemi her türlü kirden arındırılır ve güzelliklerle müzeyyen hâle gelir. Bu sâyede kul, Hakk’ın vuslatına yol bulur.
Kalp mânen dirilince, mârifetullah seviyesi artmaya ve mârifetullah arttıkça da o kalpte ilâhî ihsân ve ikrâmlar ziyâdeleşmeye başlar. İlâhî nûrların, Hak yolcusunun kalbinde zuhûru, kalbin kendi aslına yani selîm hâle dönüşünün neticelerinden biridir. Günâh, mâsiyet ve masivânın kalbi kuşatması gibi bir takım karanlık perdelerden çıkışın başlamasıyla birlikte, daha üstün bir hayata vâsıl olmanın ve nûrların zuhûrunun zemini hazırlanmaktadır. Mücâhedeye devam ettikçe yani nefsin putperesti olmaktan kurtulup yalnız Hakk’ın kulu olma kıvamına yaklaştıkça, ilâhî nûrların gönül âleminde zuhûru idrâk edilmeye başlar. Bu nûrlar, yüksek şuur seviyeleri oluşturacak keyfiyette tedricî olarak gönle bırakılır. Herkes kendi istidâdı ve inkişâfı derecesinde Hakk’ın nûrunun tecellilerine mazhar olur. İnsanın vuslat yolculuğunda bu nûrlar olmadan yürümesi imkânsızdır. Nitekim âyet-i kerimede bu gerçek şöyle beyan edilir:
“Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi olur mu hiç?..” (En’âm Sûresi, 122)
İlâhî nûrlar kalpte parladıkça, öncelikle kalbi ulvî hedeflere ve maksûd-ı Hakikî olan Mevlâ’ya doğru meylettirir. Kalpte zuhûr eden bu nûrlar, daha sonra görme, işitme, koklama, tat alma gibi zâhirî duyularda; ruh, sır, hafî ve ahfâ gibi bâtınî letâîflerde de ortaya çıkmaya başlar. Hissiyatlar derinleşir, ulvîleşir ve insanın hayat telakkisi farklılaşır.2
İbn-i Atâullâh Hazretlerinin yukarıdaki hikmetinde dile getirdiği vâridât-ı ilâhiye üç grupta değerlendirilmiştir:
1. “Vâridü’l-intibâh”: Hak yolculuğunun henüz başında olanların gönüllerine gelen vâridâttır. Bu nûr, kulu gaflet karanlığından, yakaza (uyanıklık) nûruna çıkaran bir nûrdur. Bu nûr kalbe girince, kişi gaflet uykusundan uyanır, ayağa kalkar ve Rabbi’ne doğru harekete geçer. Kalıp ve kalbiyle O’na yönelir. Âyet-i kerime’de şöyle buyurulur:
“Allah kime hidâyet murâd ederse (yani Hak ve hakikati göstermeyi, elinden tutmayı ve nihâyet vuslatına erdirmeyi isterse) onun göğsünü İslâm’a (Hak ve hakikate tam teslim olmaya doğru) açar.” (En’âm Sûresi, 125)
Ashâb-ı Kirâm, bu âyet-i kerimenin mânasını daha iyi öğrenebilmek için Nebiyy-i Ekrem r Efendimize:
«– Ey Allâh’ın Resûlü insanın sadrı (göğsü, kalbi) genişler mi?» diye sorarlar. Fahr-i Kâinât r:
«– Evet» cevabını verir ve devamla:
«– Nûr kalbe girince sadr (göğüs mâen) açılır» buyurur. Bunun üzerine:
«– Ey Allah’ın elçisi! Bunun herhangi bir alâmeti var mıdır?» diye sorulunca da Hâce-i Kâinât şu karşılığı verir:
«– Aldatıcı diyârdan (kalben) geri durup ebedî âleme yönelmek ve ölüm başa gelmeden ona hazırlanmaktır.»3
2. “Vâridü’l-ikbâl”: Seyr u sülûk eğitimine girmiş ve bu yolda mücâhede gösteren kimselerin kalp âlemine nüzûl eden vâridât çeşididir. Bu nûr kalbe lutfedilirse, o kalbin sâhibi, Mevlâ’nın zikrine yönelir ve O’nun dışındaki her şey gözünden ve gönlünden silinir. Bu ihsâna nâil olan sâlik, “Mezkûr”da yani Allah’ta fânî oluncaya ve kalbi, nûr-i ilâhî ile doluncaya kadar zikre devam eder. Neticede ağyâr hapsinden çıkar ve mâsivâ esâretinden kurtulur.
3. “Vâridü’l-visâl”: Gönlü Allah’ın zikriyle mutmain olmuş, rızâ makamına erip Allah’ın râzı olacağı zâhirî ve batınî güzelliklere erişmiş insân-ı kâmilin gönlüne lutfedilen vâridât-ı ilâhiyedir. Bu nûr zuhûr edince kul, kendi nefsâniyetine (mevhûm benliğine) ait varlık kokusundan kurtulur (fenâ fi’llâh) ve dâimâ murâd-ı ilâhînin mazharı olarak, vâcibu’l-vucûd olan, yani yegane hakikat olan Mevlâ ile var olmanın (bekâ billâh) manevî hazzını idrâk eder. Nefsinin zulmet zindanından ve hislerinin esâretinden kurtulur ve gerçek kulluğun hürriyetini tadar4.
İnce düşünülürse vâridâtın çeşit ve derecelerine sınır çizmek mümkün değildir. Zira her kulun nasibi ayrıdır. Ehl-i irfânın beyanına göre, hiçbir tecellînin ikizi yoktur. Diğer bir ifadeyle Allah Teâlâ, genelde bütün varlığa, özelde ise her bir kuluna, her an yeni bir tecellî ile mütecellîdir. Uyanık gönüller, bu vâridât-ı subhânînin farkına varır ve en güzel şekilde istifâde etmenin azmine yönelirler. Gafiller ise bu hissiyâtı, oyun, eğlence ve lüzumlu-lüzumsuz bin bir meşgale içinde zâyi ederler. Rahmet Peygamberi Efendimizin şu beyânları ile bu derin ve rakîk mevzuyu ehl-i irfânın idrâkine havale etmek istiyoruz:
“Muhakkak şeytan ve meleğin Âdemoğlunun kalbi üzerinde yönlendirici etkisi (lemme) vardır. Şeytanın etkisi, kişiyi kötülüğe sevk edecek ve hakkı yalanlatacak vaadler aracılığı ile olurken, meleğin etkisi hayra ve hakkı tasdik etmeye yönelik vaadlerle gerçekleşir. Meleğe ait hayra yönelik tesiri gönlünde hisseden kimse, bunu Allah’tan bilsin ve O’na hamdetsin. Kötülük tarafına çekmeye çalışan bir tesir hisseden kimse de, şeytandan ve şerrinden Cenâb-ı Hakk’a sığınsın.”5
Dipnotlar: 1) Bu ki bu nevi ilhâma sûfiler hâtıru Hak- ismini vermişlerdir. 2) Geniş bilgi için bkz. Muhammed Şucâî, Makâlât, I, sh. 156-263. 3) Bu hadis ve muhtelif tarikleri için bk. Taberî, Câmiu’l-beyan, VIII, sh. 36-37. 4) Ahmed b. Muhammed Acîbe el-Hasenî, Îkâzu’l-himem fî şerhi’l-hikem, sh. 146-147. 5) Tirmizi, Tefsir, 2.